HALK EDEBİYATI 'SEVGİ VE AŞK' EMANETİDİR?
Türk edebiyatının ortaya çıkmışındaki ana malzemelerin çoğu halk kültürüne dayanmaktadır...
Türk edebiyatının ortaya çıkmışındaki ana malzemelerin çoğu halk kültürüne dayanmaktadır. Eski Türk Şiiri metinlerine bakarsanız, bunların çoğunlukla halkın kendi deruni duygularından beslendiğini görürüz. İlk örnekleri genellikle anonimdir. Daha sonra Sagu dediğimiz ağıtlarla değişik bir form kazanmış, arkasından koşmalar gelmiştir. Bunu âşık tarzı edebiyat takip etmiştir.
Zaman dilimi olarak Türklerin Müslüman olmasından çok öncelere giden bu edebi geleneği besleyen bir eğitim düzeninden pek söz edilmemektedir. İslam’ın Medrese düzeni sosyal hayata girince bu edebiyata ilgi zayıflasa da, kendi ortamını koruyarak devam ettiği görülmektedir.
Step kültürünün şehirli ve köylü diye ayrıştırdığı sosyal yapı içerisinde bu edebiyat köyde kalmak gibi bir şanssızlığa düşse de halkın kendi irfanı onu ayakta tutmayı başarmıştır. Burada üzerinde durulması gereken önemli bir husus; doğal olarak aydınlanma çağıyla sadece halkın kendi geleneksel düşünce biçiminin örtüşmemesi bir çatışmayı doğurup doğurmadığıdır. Bize göre böyle bir çatışma yoktur. Çünkü halk yine kendi ortamını ve üretim değerlerini korumuştur. Hatta eğitim kurumlarıyla temasa geçen halk şairleri, buradan faydalanmayı da başarmışlardır. Özellikle tekke kültürü, burada önemli şekilde belirleyici gibi gözükmektedir. Dergâhlarla dirsek temasında olan birçok âşığın halk şiirine kazandırdığı önemli farklılıklar olmuştur.
Kadı Burhaneddin gibi, Fuzuli gibi, Şeyhi, Necati, Baki gibi Divan Edebiyatı’nın en güçlü olduğu dönemde, bu edebiyat, Kerem ile Aslı hikâyesiyle bir karşı duruş göstermese de kendi varlığını ispat edebilmiştir. Türkülü hikâyeler anlatan Âşıklar, bunun en önemli taşıyıcıları görevini üstlenmişlerdir.
Günümüze Halk Edebiyatı, böyle bir zeminden beslenerek bugünlere gelmiştir.
Tarihi seyri içinde, arzu edilen desteği görmese de yaşamasını başarması, halkın kendi irfanının bu edebiyata yansıtılmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü Divan Edebiyatı, yeni ve güçlü bir edebi tür olarak gelişmiş olsa da o dönemde halka inen bir edebiyat değildi. Halk kendi edebiyatını kendi kültürel değerleriyle oluşturdu. Kul Himmet, Öksüz Dede, Köroğlu, bunun tipik örnekleridir. Bunların arkasından gelen daha güçlü âşık ve halk şairleri, artık günümüze tutarlı bir halk edebiyatını armağan etmişlerdir.
Tekke Edebiyatından da etkilenen Halk Edebiyatı, iki farklı eğilimin temsilcileri Yunus Emre’den ve Pir Sultan Abdal’dan beslenerek gönül alanını genişletmiştir. Yunus Sünni İslam’ın, Pir Sultan iise Alevi Bektaşi geleneğin sesi durumuna gelmiştir.
Günümüzde Saz şairlerinden Âşık Veysel ve kendi değerlerine kavuşmuş örnekleriyle Abdürrahim Karakoç bu alanın özgün temsilcileri olarak görülebilir.
Yaşayan Halk Şiiri geleneğinin daha ilerilere götürülebilmesi için, bu alanda özgün eserlere ihtiyaç olduğu gerçeği gözardı edilmemelidir. Hemen herkesin yazıp okuduğu tekrarlanan konular yerine, günümüz edebiyatı içerisinde daha seçkin bir konuma taşınması için halk şairlerine ciddi sorumluluklar düştüğü kanaatindeyim.
Bizim ilk edebi eserlerimizin patentini elinde bulunduran Halk Edebiyatı, halk kültürünün omurgasıdır. Bu alana talip olanların bu gerçeğin sorumluluğunu da üstlenmeleri gerekir diye düşünüyorum.
Bakınız, geçmişten günümüze intikal eden şairler ve şiirleri halkın idrak süzgecinden geçip genel kabul görebilmişlerse günümüze gelmişlerdir. Geçmişe doğru bir araştırma yolculuğuna çıkınız, bugünkü gibi binlerce heveslinin şiir yazıp okuduğunu görürsünüz, ancak bunlar yaşama şansı bulamamışlardır. Niye bulamamışlar? Sebebi de ne söylediğini ve nasıl söylediğini dikkate alacak bir gayretle eserlerini vermemişlerdir. Çünkü halk kendisini mısralarında bulmadığı hiçbir şiiri geleceğe taşıma görevini üstlenmemiştir.
Unutmamalıyız ki, şiirin geleceğe taşıyıcısı onu benimseyen insandır. Şair doğar, yaşar, yazar ve ölür. Ancak şiir, basit manzume kalıplarına hapsedilmeden şiir olarak doğabilirse, ölmez. Halk onu yaşatır ve nesilden nesle bir ‘sevgi ve aşk emaneti’ olarak taşır.
Bu alanda yaşadığım çok ilginç bir hatıram var. Onu bu tarza gönül vermiş kardeşlerimizle paylaşmak isterim:
15 yıldan fazla sırasını beklediğim telefon 1980’lerin başında evime çekilecektir. Telefon tesisini yapan PTT’nin elemanları geldi, işlerini bitirdiler, giderken bahşiş vereceğim, adam kabullenmedi, masamın üzerinde duran bir küçük kitabı aldı ve “Bana bahşişiniz bu olsun, hatta bunun bedelini de vereyim ve yine sizin hediyeniz olarak kabul edeyim”, dedi. Aslında verilecek bir kitap değildi, ancak adam başındaki şapkasını çıkardı, bu kitabın terden eprimiş, parçalanmış halini gösterdi: “Bu kitap benim ilacımdır, her sıkıntıya düştükçe açıp okuyarak gönül ferahlığına kavuşuyorum, ne olur, beni bundan mahrum etmeyin”, dedi. Artık yapılacak bir şey yoktu, gönülsüz de olsa kitabı verdim.
Kitap Abdürrahim Karakoç’un kapağında; “Mektup yazdım Hasan’a, ha Hasana ha sana.” Beytiyle takdim ettiği 40-50 sayfalık “Hasan Mektuplar” adlı küçük kitapçığıydı. Ama içinde bu ruh dünyasını kuşatacak şiirler vardı. İşte Halk edebiyatı, daha doğrusu halk şiiri budur!..