Doğru/Adil Eylem [ X ]
İradeyi doğru kullanmak diye de çevirebileceğimiz bu alt başlığımızda insanın eylemlerinin değer kazanabilmesi için nasıl hareket etmesi gerektiğini araştıracağız. Emri bil-maruf, nehyi anil-münker olarak da ifade edeceğimiz iyiliği yaymak, kötülüğü engellemek eylemlerimizin amacını oluşturacaktır. Her işte olduğu gibi bir işe başlamadan önce niyet ve samimiyet o işin neticesinden bağımsız olarak Kant'ın da önemle üzerinde durduğu gibi oldukça önemlidir. Yapılan her işte dengeyi gözetebilen insan hedeflerini ıskalamayacak ve amaçlarına zamanında ulaşacaktır. Hedeflerimiz büyük, imkanlarımız kısıtlı, çevremiz dar, sesimiz kısık olabilir; asla mazeretler üretmeden, bahanelere sığınmadan bir hayra vesile olmak için gayret göstermek doğru/adil bir eylemdir. Zira bizim bu yazı dizisiyle yapmak istediğimiz de bundan farklı bir şey değildir. Hayırda yarışınız emrini bu manada anlamak yerinde olur. Bu eylem/sosyal sorumluluk ne kadar planlı ne kadar organize ne kadar geniş ölçekli olursa ne kadar fazla insana hitap ederse o kadar güzel ve amacına uygun olarak gerçekleştirilmiş olur. İnsanın kendisini geliştirmek, kültürünü ve bilgisini artırmak için harcadığı zaman ve enerji doğru bir eylem olmakla birlikte yeterli değildir. Çünkü “İradeli bilginler ve erdemli insanlar, erdem pahasına bir hayat aramazlar. Aksine erdemlerini taçlandırmak için hayatlarını feda ederler.” (Konfüçyüs)
Bir eylem erdemli olduğu takdirde anlamlı olmakta ve sahibine fayda sağlamaktadır. Erdem farklı koşullar altında farklı şekillerde tezahür eder. Tehlikeli bir durum karşısında cesaret, insanın kişiliğiyle ilgili konularda ölçülülük, diğer insanlarla olan ilişkilerinde denge ve adalet, yaratıcı ile ilgili konularda dindarlık olarak kendisini gösterir. Kendine uygun olanı yapmak, erdemlilik yolunda insanı yetkinleştiren bir öneme sahiptir. Her ne ya da kim olursa olsun, kendisine uygun olan işi yapana, kendisine özgü işlevi yerine getirene, gerçek amacına erişene erdemli ya da yetkin bir kimse deriz. İnsanın mutluluğa erişebilmesi için iç huzura ve sükuna erişmesi gerekir. İç dış bütünlüğünü yakalayamamış bir insan sürekli ruhsal bir çatışma içerisinde olduğundan kararsız ve mutsuzdur. Daha önceden belirlenmiş hedefleri bulunan, kendinden emin ne istediğini ve ne yapacağını bilen insanlar tinsel uyumu yakalamıştır. Bilgelik, denge, cesaret ve adalet ve doğruluk gibi kavramlar bir arada olmadan arzularını kontrol altına alıp, aklın otoritesine boyun eğmeden erdeme ulaşılamaz. Bilgelik yolunda ilerlemek; öncelikle nerede durduğunun farkına varmakla başlar. Platon’un dediği gibi “Kendini bilmek ruhunu bilmektir.” “İnsan, bir yönü nisyan/unutma, diğer yönü ünsiyet/bağ kurma olan varlıktır. Beşeri boyutundan insani boyuta yükselebilmesinin nisyanı ve ünsiyeti nasıl ve neye göre gerçekleştireceğine bağlı olduğunu ifade edebiliriz. Şayet insan, nisyanı Hakk’a, hakikate ve kişi hakkına yönelik, ünsiyeti ise bunların hilafına gerçekleştirirse, beşeri boyutunun da altına inebilir ki bu reziletleri/kötülükleri bize verir. Şayet insan, ondan beklendiği gibi nisyanı Hakk’ın, hakikatin ve kişi hakkının hilafına, ünsiyeti ise bu değerler doğrultusunda Hakk, hakikat ve kişiler ile gerçekleştirirse beşeri boyutundan insani boyuta yükselir. Bu çerçevede öyle görünüyor ki aslına bakılırsa dinlerin de gayesi, insanı fıtratında tutma yani insanı İnsan kılmaktır. Bu uğraşı şüphe yok ki, bilgisel/epistemik (doğru-yanlış), ahlâki/etik (iyi-kötü) ve sanatsal/ estetik (güzel-çirkin) değerler arayışı ve bunların gerçekleştirilmesi ile varolup anlama kavuşacak gibi durmaktadır. İfade ettiğimiz değerler, insanların aradığı ve yaşamlarını bunlarla şekillendirmeye çalıştıkları değerlerdir ve hiçbir değerin mutlak ve tam olarak hiçbir beşerin inhisarında bulunmadığını söylemek bize makul gelmektedir. O halde insanların arayışlarında samimi, sorgulayıcı ve işbirliğine açık olması gerektiğini bu bağlamda ifade edebiliriz. Varlığı anlamlandırmak, yaşamı anlamlı ve güzel kılmak yolunda yanlıştan doğruya, kötüden iyiye ve çirkinden güzele doğru olan hicret için insanın kendisi ve hemcinsleriyle birlikte bulunduğu düzlemin yeterliliğe işaret edip etmediği tartışmalı olsa da biz bu arayışın hem yatay hem de dikey boyutu olduğunu düşünmekteyiz.
Şöyle ki arayışın başlatıcısı, kurgulayıcısı ve bir sonuca vardırıcısı olan özne ve özneler arası dünya, varlığı anlamak, deneyimlemek ve yeniden üretmek için gereklidir ancak yeterli olduğu tartışmalıdır zira insanın yukarıda ifade ettiğimiz üzere nisyan ve ünsiyet hususiyetlerini her daim yanlış noktalara kaydırma olanağı söz konusudur. İnsan, bu çerçevede onu sürekli istikamet üzere tutacak aşkın bir güce ihtiyaç duyar. O halde bu durumda insanın, özneler arası dünyada hakikat arayışında kendi yetilerini işe koşmakla beraber aşkın gücün yardımını da gözetmesi gerektiği rahatlıklaileri sürülebilir. Bu arayışta herhangi bir unsurun eksikliği değerlerin keşfedilmesi ve inşa edilmesinde eksikliğe, bu ise değerlerin dışarı yansıması ve somutlaşmış hali olan şahsiyetin oluşumunda eksikliğe sebebiyet verebilir. Buraya kadar tartışa geldiğimiz kavramsallaştırmanın nihai kertede şahsiyeti oluşturan değerlerin iki unsura dayandığını ifade edebiliriz. Söz konusu dengeyi içkin ve aşkın öge olarak da görebiliriz. Bu minvalde içkin ögeler (fizyo-biyolojik, bilinç ve irade nitelikleriyle özneler arası dünyanın müntesibi olan bütüncül olarak ahlâk kişisi), ve aşkın öge (kişinin kendi dışına koyarak yöneldiği Aşkın Varlık) söz konusudur. Bu ögelerin olmadığı yerde olması gereken değerlerin ve dolayısıyla şahsiyet varlığından söz edilemediğini iddia edebiliriz. Şahsiyetin oluşabilmesi için esas olan ifade edildiği gibi iki öge arasında denge ve kıvamın tutturulmasıdır. Ne içkin öge mutlaklaştırılıp, aşkın öge sıfırlanmalı, ne de aşkın öge mutlaklaştırıp, içkin öge sıfırlanmalıdır. İçkin öge mutlaklaştırıldığı oranda ortada değer denen bir şey kalmaz ve Firavunlaşma baş gösterir, aşkın öge mutlaklaştırıldığı zaman da irade ortadan kaldırıldığı için şahsiyet yok olur. Yani kısaca söylenirse, mutlaklık ve sıfırlanmanın olduğu yerde ahlâkîlikten söz etmek olanaklı olmaz. (Gürsoy 2008:22-24) O halde ahlâk, burada insanın insanlığını –insanlık bir süreç olarak görülebilir oluşturabilmesi, kurgulayabilmesi, müşahhas hale getirebilmesi için devreye girmelidir, aksi halde doğası itibariyle insan olmaya meyyal canlı insan haline gelme sürecini başlatamayacaktır. Yukarıda şahsiyetin varlık, bilgi ve ameli inşa aşamalarına sahip olduğunu ifade ettik. Bu uğraşıyla birlikte, doğru, iyi ve güzel değerlerin arayışını da kuşattığına inandığımız kümenin kendisinin ahlâk olduğunu ifade edebiliriz. Ahlâk, hem ontik/varlığa ilişkin, hem epistemik/bilgiye ilişkin arayışın bizatihi kendisine ve başlangıç noktasına da işaret eder. Bu çerçevede ahlâk, tam da burada arayışta olan varlık için öncelikle “kendi”lik (Bahadır 2007:160) bilinciyle devreye girer, “kendi”lik bilinci şahsiyet varlığının giriş kapısıdır ve kişiye Aşkın Varlık tarafından verilmiş ve onunla kişi, varlık sahasında varlığa gelmiştir. “Kendilik” önemlidir, zira bilen de bilinen de insanın kendisi olduğu için arada epistemolojik boşluk doğmaz, en tam bilgi de denebilirse bilen “ben” ile bilinen “ben” ilişkisinden doğar. Kendilik bilinciyle oluşturulmaya başlayan bireysel benlik, ancak sosyal sahada tamamlanabilir ki bu benlik artık sosyal benliği de kendisine muhtevi kılmış olur. O halde değerler ekseninde en başta ruh ve beden dengesini kurarak var kılınan benlik, sosyal çevrede tamlığa ulaşacak ve ancak böylesi bir benlik dışarıya yansıdığında aranan şahsiyeti kurmuş olur.” (Şahsiyet ve Ahlâk Felsefesi, Yıldırım Beyazıt Üniv. M. Enes Kala)
Nurettin Topçu’da bu şahsiyet kazanmış ilahi olan güçle irtibat içerisindeki ferdiyetini aşmış, ruhuna doğru yönelmiş birey o kadar önemlidir ki sağlıklı bir medeniyeti kuracak ve omuzlarında yükseltecek olanlar işte böyle kutsal bir vazife ile seçilmiş ona göre öncü kimselerdir: Bireysel aydınlanma; kişinin iradesini ruhun hakimiyetine teslim etmesiyle, kendi varlığının şuuruna ermesiyle ve varoluşunun bir ızdırap olduğunu fark etmesi ile gerçekleşmeye başlar. Kendi sınırlı varoluşunun ve ızdırabının farkına varan insan, içindeki irade ve merhamet duygularının itici kuvveti ile harekete geçmektedir. İrade, hareket biçiminde, zorunlu olarak belirli varoluş basamaklarında ortaya çıkmaktadır. Bu varoluş basamakları, insanın başkalarının mesuliyetini üstlendiği, ızdıraplarına ortak olduğu aile, toplum, devlet, insanlık aşamalarıdır. İnsanın amacı, bu basamaklar da kalmak değil, bu basamaklarda olgunlaşan şahsiyetini sonsuzlukla buluşturmaktır. İnsanın kendi varlığının şuuruna varması ile başlayan bu süreç, insanın düşünen insan seviyesine yükselerek kendini Allah’ın önünde sorumlu hissetmesi ve aile, toplum, devlet ve insanlık basamaklarını aşarak Allah ile buluşması ile tamamlanmaktadır. Şahsiyet olmanın anlamı ve değerini gösterirken Topçu bize mesuliyet insanı, millet mistiği dediği akıncı şahsiyetleri örnek gösterir. Bu insanlar, onun insan anlayışının mücessem hali, şahsiyet felsefesinin canlı örnekleridir. “Millet realitesinden, hizmetlerine karşılık istemez ve alkış dinlemezler. Millet hayatına durmadan eser vermek, yalnız kendilerini vermek ihtirasındadırlar. Namlarına heykel diktirmezler. Onlardan bize kalan hatıra, huzurlarında eğilecek taştan anıtlar değil, ruhlarımızda ölmeyecek ayetleridir. Zamanlarında anlaşılamayan büyük varlıkları, sanki kalabalığın içinde münzevi yaşar gibidir. Halk, onları bulursa ne ala! Onlar kendilerini halka takdim edecek kadar küçülmezler ve hepsi de öldükten sonra hakkıyla anlaşılırlar!” (Topçu 2008: 108)
İslâm dini, nefsin terbiyesi, inananlar arasında muhabbeti ve merhameti arttırmaya dönük erdem düzeni ve dünyanın fani olduğuna dair bilinçle, kazanma ve kaybetmenin anlamını da değiştirmektedir. Zafer, ancak ahlâkî bir mücadelenin (gayretin) sonucudur. “Helal lokma, ruhu kuvvetlendirir, zafere neden olur."(Kâtibî, 2010: 390) “İnsaftan nasibi olmayan pâdişâh Allah’tan gelecek inayetten mahrumdur” (Veysi, 2008: 132). “Zulm ile zafer olmaz.” (Akhisâri, 2011: 281). Bu düşünce geleneğinde, ancak ahlâkî ilkeye bağlı bir mücadelenin sonucu galibiyet olarak anılabilir. Başarı, iki dünyayı ve bu dünyanın zahir ve batınını kuşatmak zorundadır. Zahirde bu dünyada kazanan batında kaybetmiş veya görünüşte kaybeden, hakikatte kazanmış olabilir. Bunun için insan dikkatli olmak zorunda ve hüsrana uğrayanlardan olmamak için derinlemesine bir araştırma yapmak zorundadır. Spinoza’ya göre, “erdemli yaşama mutlak olarak aklın yönetiminde eylem yapmaktan ve gerçekte yararlı olana dayanarak kendi varlığını korumaktan başka bir şey değildir.” Böylece Spinoza, erdemli yaşama ile aklın yönetimi altında yaşama ya da eylemde bulunma arasında sıkı bir bağlantı kurmaktadır. Bu arada “akla dayanan çabaların tümü de bilme çabasından başka bir şey değildir. Zihin de aklı kullanması bakımından, kendisini bilgiye götüren hiçbir şeyden başkasını yararlı olarak görmez.” Böylece Spinoza, akla büyük önem vermekte ve akla dayalı eylemlerde bulunmayı da erdemli bir yaşama olarak görmektedir. Çünkü akla dayalı eylemlerde bulunan insan, bilgiye dayanan ve bilerek eylemde bulunan insandır. Buna göre, Spinoza’da insan yaşamını erdemli kılan yön, onun akla dayalı, bilgiyi yaşamının temeli olarak görmesinde yatar. Akla dayalı bilgi ise, mutlak, upuygun, eksiği bulunmayan, objesini tam olarak dile getiren, açık ve seçik, doğru, zorunlu ve Tanrı’nın özünü dile getiren bir bilgidir. İnsan tüm güçlerine Tanrı’dan dolayı sahiptir ve insanın Tanrı’dan dolayı sahip olduğu en büyük gücü, insanı tüm diğer varlıklardan ayırt eden bir güçtür. Bu güç, kozmik düzeni düşünme ve bilme gücüdür. İşte insan, söz konusu bu gücü sayesinde erdeme ulaşabilir. Hatta ‘en yüksek iyi’yi elde edebilir. Çünkü, “insan zihninin en yüksek iyisi, Tanrı bilgisi ve en yüksek erdemi de Tanrı’yı bilmektir.” Ayrıca bu, insanın en büyük mutluluğudur. Leibnizin de daha önce ifade ettiği gibi "olandan daha güzelinin olması mümkün değildir,” meşhur sözü âlemin ve insanın en güzel şekilde yaratıldığını ifade etmektedir. Doğru eylem aynı zamanda adil eylem olarak da nitelendirilebilir. Adil eylem ise güzel ve yetkin bir şekilde yaratılmış âlemin nizamına uygun hareket etmeyi ifade eden eylemdir. Adalet zaten her şeyi yerli yerine koymak, iade etmek anlamındadır. Çünkü adalet, bütünlüğe yönelik bir tutkuyu ifade etmekte, adil eylem ise bozulan dünyayı bütüne yani tamlığa ve kemâle kavuşturmaktadır. Dengeyi “ifade eden” adil eylemin:
a) Âlemin kendisine ait bilgi ve insanın onun parçası olduğuna dair inanca dayalı olarak tanımlanan insanın fıtratına uygun erdem,
b) Vahiy tarafından belirlenen eylem,
c) Adalet idealini taşıdığı kabul edilebilecek siyasal iradenin eylemi,
d) Toplumun yaşaması için toplum tarafından suç olarak kabul edilen eylemleri sonuçlarıyla ortadan kaldıran,
e) İstikrar halinde düşünülen toplumun dengesini bozan, istikrarsızlığa sürükleyen negatif eylemi ortadan kaldıran pozitif eylemler adil eylem olarak kabul edilebilir.
03.06.2020
M.Mücahit DEMİR / Ülkepostası