Mesuliyet Duygusu ( VI )

Mücahit Demir mchitdmir@gmail.com
ABONE OL

Şu bir gerçektir ki, insan başı boş yaratılmamıştır. Ve yaptıklarından dolayı hesap vermekle yükümlüdür. İnsanın zamanını nerede harcadığını, vücudunu hangi yolda yıprattığı veya bir herhangi bir kararı neye göre verdiğinden mesuldür. “İslam, iradenin terbiyesi için gerekli en sarih amelî bir program ortaya koyarak, iradeyi hikmet ve hidayet ölçülerine uygun olarak alıştırmış, ona heva ve hevesleri karşısında eğilmeden durabilme yeteneği vermiştir. Kuran-ı Kerim bizi üç mahkeme huzurunda hesap vermekle baş başa bırakmaktadır. İçimizde vicdan mahkemesi, etrafımızda kamuoyu mahkemesi, üstümüzde semavi mahkeme. Bu üç mahkeme huzurunda hesap vermeyi, vicdanımızı üç türlü terbiye etmekle eş saymaktayız: Ahlâki vicdanın terbiyesi, toplum vicdanının terbiyesi, medeni vicdanın terbiyesi. “(Prof. Dr. Abdullah Draz, Sorumluluk) Sadece kendisini dinleyen, sadece kendi düşüncelerine değer veren ve kendi sesinin cazibesine kapılan, başkalarının varlığına önem atfetmeyen ve başkalarını kendi sözlerini yansıtan bir ayna olarak kullanan kişiler ne sohbet edebilir ne de sağlıklı ilişkiler kurabilir. Dinlemeyi ve diyalog kurmayı yani ne zaman konuşup ne zaman susacağımızı bilmeliyiz. Monologlar kurmak için değil, karşımızdakini anlamak ve verimli diyaloglar kurmak için konuşmalıyız. İnsanları herhangi bir şeye ikna etmek gayemiz olmamalı, bizim gayemiz dinlemek, anlamak ve eğer bahsedilen konu hakkında bir bilgimiz ve tecrübemiz varsa bunu karşımızdakiyle paylaşmalıyız; konuşmak için konuşmak sadece laf ebeliğidir. Çünkü dinlemek bir sanattır: Dikkat etmeyi, başkalarına ve bize söylediklerine önem vermeyi, onların söyledikleri şeyleri neden söylediklerini anlamayı, konuşmacının ağzından çıkanları dinlemek kadar gözlerinin de ne söylediğini anlamlandırmayı, diyaloğa aktif bir şekilde katıldığımızı gösteren jestlerle sessizce yardım etmeyi gerektirir. Dinlemek, başkasının söylediği şeyle kendi düşündüğümüz şeyi karşılaştırabilmek ve bu karşılaştırmayı yaptıktan sonra kendi düşüncelerimizi tartma imkânına sahip olmaktır. Kendi duygu ve düşüncelerine önem veren kişi, başkalarının söylediklerini dinlemeyi de bilir. Tasavvuf yolunun kurucuları arasında sayılan Cüneyd-i Bağdadi’ye bu kadar ilmi, hikmeti nasıl elde ettiği sorulmuş; o da kim ne anlatırsa anlatsın ilk defa duyuyormuş gibi can kulağıyla ve önyargısız dinlerim cevabını vermiş. Biz sadece vücudumuzun dış kısımlarının hareketlerinden değil aynı zamanda kalbimizin amallerinden sorumluyuz. Yaşam, kendimize ve diğerlerine karşı bir sorumluluk işidir. Sorumluluk ve takva sahibi insan olaylar karşısında nasıl bir tavır takınacağını ve ne yapması gerektiğine karar verir ve belirlediği kısa ve uzun vadeli hedeflere ulaşabilmek için hemen uygulamaya girişir. Dua ikiye ayrılır; kavli dua ve fiili dua olmak üzere: Bizim burada anlattığımız kavli dua kadar fiili duanın da yerine getirilmesinin önemli olduğunun altını kalın çizgilerle çizmek ve iyiliğin aksiyona geçebilmesi ve herkesin kalbine bu sıcaklığın dokunabilmesi için bugünkü gibi dünyayı etkileyecek geniş çaplı salgın hastalıklara maruz kalmadan önce insanlığın harekete geçebilmesini sağlayacak yüce bir aksiyonerlik çağrısıdır. “Sufilerin diliyle konuşursak "her makamın bir makali" vardır. Ve her duruş da sahibine bir tasavvur sunar. İman, Yaratan ile yaratılan arasında manevi bir ilişki kurar, ancak aradaki ontolojik boşluğu gidermez. İman, varoluşumuzu tam da olması gereken bir gerilim (korku ile ümit arası bir duruş) içinde tutar anlamlandırır, istikamet gösterir. İman ayaklarımızı yerden kesip bizi yaşadığımız zamana ve mekâna yabancılaştıran bir şey değildir. Dünya ve ahireti bütüncül ve barışçıl bir bakış (tevhid) içinde konumlandırır. Tevhid, ahiret için dünyadan vazgeçme sanatı değildir. Bu nedenle gnostik kodlada tanımlanmış bir iman modeli pek tabii eleştiriye açıktır. Mümin dünyada yaşadığını unutmaksızın, yaşadığı zamanı ve mekânı ahlâk ve ihsân (estetik) ilkeleri doğrultusunda imar etmeye çalışır. Gündelik yaşamı; ilişkileri, üstlendiği sorumlulukları, kurduğu şehirleri, politik-ticari-kültürel vs. tüm toplumsal eylemlerini bu bilinçle kurar. Bu açıdan bakıldığında tecdit, yenilenme/bidat-ı hasene, salih amel müminin kimliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Dünyanın yeniden keşfedilmesi, tanımlanması, ahlâkî ve estetik açılardan operasyonel kılınması gerekir. Yeni bir dünyevileşme teorisine ihtiyacımız vardır. Bahanelere sığınmaya hiç gerek yoktur. İçinde yaşadığımız ve her türlü etik ve estetik değerlerin tüketildiği şehirleri biz kurduk. İslâm şehirleri nutukları atmamız ve nostaljileri bir günah çıkarma imkânı olarak kullanmamız, inandırıcı olmadığı gibi dürüst de değildir. Mevcut Müslüman kimlikleri aşırı politik ve bu nedenle gerekenden çok öteki üreten bir kuruluma sahiptir. Köklere inip değerlerin, hedeflerin, arzuların ve duyarlıkların yenilenmesi gerekir. Bu, tecdit için zorunlu bir arka plan çalışmasıdır. Şu halde gerçek bir ontoloji bugün ile yarın, dünya ile ahiret, madde ile mana, somut ile soyut arasında karşıtlık değil anlamlı bir bağıntı kurmalıdır. Kur'an'dan anlaşıldığına göre tarih boyunca bu tarz sahih bir ontoloji kurma girişimleri eksik olmamıştır. Tevhidin bir anlamının da bu olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Ontolojik güvenlik arayışı, hatalı olarak sabitlik düşüncesini beslemektedir. Oysa yaşamak ve yaşatmak için yenilenmenin gerekli oluşu varoluşsal bir yasadır. Kendini yenilemeyen hakikat, hakikat olarak kalamaz, yalana dönüşür. Daha doğrusu hakikatin dildeki ve zihindeki temsili bizzat hakikatin kendisi olmadığı, isim ile isimlendirilen bir ve aynı olmadığı için keşif ve tecdit gereklidir. Hakikat dönüştüğü ve yer değiştirdiği için değil, ancak hakikati arayanın koordinatları değiştiği için gereklidir. Bu, hakikatin yüzünü taze ve canlı tutmak isteyenlerin üzerine düşen bir sorumluluktur.” (Prof. Dr. Mehmet Evkuran / İslâm Düşüncesinde Yenilenme Arayışları, Yetkin Düşünce Dergisi, 3.Sayı, 2018)
            Güneşin doğduğu her gün insanın bütün eklemleri için sadaka vermesi gerekir. İki kişinin arasını düzeltmen sadakadır. Bir kimseyi kaldırarak hayvanına binmesine yardımcı olman ve eşyasını ona yüklemen bir sadakadır. Güzel söz de sadakadır. Namaza giderken attığın her adım sadakadır. Yoldaki rahatsızlık veren şeyi kaldırman sadakadır.” (Müslim, Zekat, 56 (Had. No: 1009)) Hadiste sadaka adı altında zikredilen iyilikleri, insanın kendisine bahşedilen güzellikler sebebiyle bir şükür vesilesi sayması gerektiği belirtilmektedir. Bu minvalde zikredebileceğimiz, “Her iyilik bir sadakadır.” (Buhârî, Edeb, 33 (Had. No: 5670)) hadisinde de belirtildiği gibi iyilik ve yardımseverliğin geniş bir yelpazesi olduğu anlaşılmak- tadır. “Ne yazık ki, günümüzde “piyasanın tek değer ölçüsü haline maddenin geldiği, ‘bilgi’nin ticarileştiği, ’metalaştığı’, üniversite eğitiminin piyasalaştığı, genç kuşakların pazarlanabilir pozisyonlar/konumlar için büyük fedakârlıklara katlandığı bir zamanda-toplumda, büyük davalar, büyük davaları üstlenecek kadrolar önemini ve önceliğini kaybediyor. Her toplumda ve kültürde büyük davalar, büyük bedeller ödemeyi, büyük riskler almayı gerektirir. Büyük bedeller ödemeyen kültürler, hareketler, topluluklar, politik mücadeleler, popülizmlerle asla yüzleşemezler, hesaplaşamazlar. Büyük davalar, evrensel-kuşatıcı ufuklar, büyük fikirler, büyük sorgulamalar, büyük zihinler ve yürekler, büyük ahlâkî sorumluluklar ister, büyük sayılar değil. Büyük fikirler, zihnî bilgi ile kalbî bilgiyi, aklın diliyle kalbin dilini bütünleştirmek zorundadır. Hangi bağlamda olursa olsun tek boyuta, tek parçaya mahkûm olmak insanı yoksullaştırır. Her bencillik sorumsuzluğa işaret eder. Gerçek ahlâk, öteki sayılanların, ‘farklı’nın acılarını paylaşmakla başlar. Kayıtsızlık en büyük ahlâksızlıktır. Öteki üreten bir zihniyet, bu tercihiyle kötülüklere, zulümlere hayatiyet kazandırır. İslâmî bir dünya, insanların birbirlerine karşı sorumlu oldukları bir dünyadır. Hangi toplumda olursa olsun, sorumsuzluk özgürlüğü, çok derin toplumsal bozulmalara ve yabancılaşmalara neden olur. Bu yabancılaşma, hakikat bilincinin ve zaman ve mekânı aşan İslâmî perspektif bilincinin kaybı sebebiyle Müslüman aklın, özgürleşememesine neden olur. Müslüman aklı yeterince özgürleştiremediğimiz için de etnik asimilasyon politikalarını, güvenlikçi politik biçimleri, ulusal saflık dilini/söylemini tartışma-sorgulama konusu hiç yapamıyoruz.” (Atasoy Müftüoğlu, Hakikat Bilincinin Kaybı, Mahya Yay, 2017) 
İslam sadece bireysel bir kurtuluşu esas almaz; toplum da yayılması muhtemel şer ve fesada karşı da üç yolla mücadeleyi emreder: Elle, dille ve kalp ile o kötülüğe karşı mukavemet edilmesini emreder. Hakkı ayakta tutan şahitler olun mealindeki Rabbimizin emri de her işimizde adaleti gözetmemiz gerektiğini, aşırılığa kaçmadan kötülükle mücadele etmemizi öğütlemektedir. “Kalıcı ve sağlam yöntemin, tümevarım yöntemi olduğunu bildiğimiz için ve her birey çok değerli olduğundan dolayı Allah; sadece şirke dair uyarılarla kalmamış, günlük ilişkilerde sıkıntıya sokacak ve baş ağrıtacak olumsuzlukları da bildirmiştir. Yani imanla iyi işlerin bir bütün olarak ele alınması, yeni bir insan inşası için gereklidir. Ahlâktan bağımsız bir ekonomik, politik hayat her durumda adaletsizlik üretir. Bireysel açıdan düzgün ve ahlâklı olmak hem aileyi korur hem de toplumu. Gıybet, yalan, iftira, dedikodu, eksik ölçü-tartı, hırsızlık, zina, kumar, cinayet gibi birçok olumsuz davranışlar, hayatı zorlaştırır ve herkesin sınavını ağırlaştırır. Kendimiz, ailemiz ve diğer insanlar için huzurlu ve güvenli bir toplum isteniyorsa; herkes kendisini iyi ve doğru olan yolda ve yönde değiştirmelidir. Her insan, iyi insan olmak zorundadır. Çünkü ancak o zaman, toplumsal iyiden söz edilebilir. Toplumsal iyi; bireyi korumaya alır ve geleneksel, kültürel, olumsuzluklara karşı önlemlerini alırken, bu kez tümden gelim yöntemiyle -güneşin ışıklarını dağıttığı gibi- iyiliklerden herkes faydalanır. Bireyler; iyilik ve adalet adına toplumsal sinerji oluşturamazlarsa; toplumun giderek bozulmasına ve çöküşüne, kapıyı aralamış oldukları hiç unutulmamalıdır. Ortak bir bilinç, ortak bir kültürü; ortak bir kültür, ortak bir dayanışma zeminini gerekli kılar. Bu ortaklık sağlanamadığı takdirde, kolektif bir irade oluşturulamaz. Sosyolojide, toplumsal çöküşe neden olarak ahlâka aykırılıkların rolü hep tartışılmıştır. Bu nedenle, her bireyin birçok sorumluluklarının yanında bir de sosyal sorumluluğu vardır. Allah’a şirk koşmadan inanan insan, toplumsal görevinin de farkındadır. O, şirkin toplumlar üzerindeki bozucu etkilerini bilir. Bireyleri ve sosyal grupları yıpratan ve yaralayan olumsuz karakterlerin, şirk ve küfürden kaynaklandığını tarihsel olarak görülebilir. Müslümanın; Allah’a, aklına, bedenine, çevresine, içinde yaşadığı topluma, uzaktaki insanlara ve kardeşlerine karşı sorumlulukları vardır. Güvenilir, iyiliğin yolunu açık tutan, zararlı olan her şeye engel olan sorumluluk, sadece kendisinin ve ailesinin mutluluğunu düşünen bir bencillik değildir. İnananları, kendi ailesinden bilmek, bütün insanlara adil ve iyi davranmak, ortak iyiliği gerçekleştirmenin yoludur. “(İnsana yön veren değerler, Bayram Karaçor, Beyan Yay. s.407-408)


05.04.2020
M.Mücahit DEMİR / Ülkepostası