SARIKAMIŞ TÜRK'ÜN AK OTAĞIDIR!
Dedem, Ahıska’da, babam Doğu Anadolu’da ben ise Anadolu’da düşman namlusunun ucunda hayata tutunmaya çalıştık...
“Yavrum, biz harbi bir defa yaşamadık: Dedem, Ahıska’da, babam Doğu Anadolu’da ben ise Anadolu’da düşman namlusunun ucunda hayata tutunmaya çalıştık. Sizler yoksulluğun çocuklarısınız, ama altın gibi bir servetiniz var; bunun kıymetini bilin: Artık istiklaline ve hürriyetine kavuşmuş bir ülkeyi sizlere emanet ediyoruz.”
Bir dağ anıtıdır Allahuekber,
Donmuş Mehmetçiğin ruhunu taşır.
Hâlâ siperdedir o doksan bin er
Duaları her gün bize ulaşır.
Kar dondursa, rüzgâr yaksa ne çıkar?
İstiklal ırmağı yurdumdan akar!
Bir kan denizi ki ruhumu yıkar,
Çocuklarım bu aşk için yarışır.
Bedenimiz bu gün tutacaksa buz,
Rabbimin emrine teslim bir kuluz.
Biz dersi cephede veren okuluz,
Bizimle dağlarda sevda dolaşır!
Sarıkamış Türk’ün ak otağıdır,
Tarihi geçmişin altın çağıdır,
Miğferler burada iman dağıdır,
Burada sevgiler kinle barışır.
Allahuekber’de bir beyaz atım,
Yelesinde Hakka uçar beratım,
Şehitlik bahtımda tek saltanatım,
Düşmanlar bu şansa karşı savaşır!
Çocuktum; daha 10-11 yaşlarındaydım, ilkokulda öğrenciydim. Okulumdan başka bir yeri görmemiştim. Anamdan babamdan, kardeşlerimden, komşularımdan başka kimseyi de pek tanımazdım. 5 Mart 1953 günü belki şuurlu olarak değil, ama ısrarlı bir şekilde, bir grup arkadaşımla; “Stalin öldü, yaşasın Türkiye!” diye sloganlar atarak okul binasının etrafında dakikalarca döndüm. Stalin kimdi, neydi, niye bu adamın ölümüne sevinecek bir sosyal refleksin içinde yer almıştım? Bunu da pek bilmiyordum. O gün, okul dönüşü babama bunu sordum:
“Baba, kimdir bu Stalin?” diye.
Babam durdu, yüzüme baktı, gözlerin etrafında halkalanan yaşları elleriyle sildi ve beni karşısına alarak anlatmaya başladı:
“Oğul, tarihte “93 Harbi” dedikleri bir savaş vardır. 1877-78 yıllarında, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında cereyan etmiş bir harptir. Bu Savaşta Osmanlı yenildi. Bizim Doğu’daki topraklarımızın önemli bir kısmı elinden çıktı. Dedemiz, Ahıska’da Subaşı idi, büyük kahramanlıklar göstermesine rağmen, savaşta kaybeden tarafın kumandanı olduğu için ailemiz, topluca Anadolu’ya geçmiş. Bu geçiş varlıktan yokluğa sürüklenişin acı hikâyeleriyle doludur.
Yüzlerce dönüm arazisinde, bir yığın insan çalışırmış. Gelirinin önemli bir bölümünü çevrenin fakirlerine ve özellikle de okuyanlara dağıtırmış. Bizim unvanımız o dönemde ‘Hocaoğulları’dır. Niye Hoca oğlu, çünkü medresede eğitim görmüş ve onunla da yetinmemiş, insanların okutulması için çaba göstermiş. Böyle bir ailenin evlatları olarak, toprağımızı kaybettikse de onurumuzu ve hürriyetimizi kaybetmedik. Bu da bedelsiz olmuyor tabii. Çok büyük acılar çektik. Düşünebiliyor musun, 1. Dünya Harbinde Rusların Doğu’yu işgal etmeleri üzerine, buradan da içeriye çekilmeye başladık. Ben henüz 11 yaşında çocuğum, anam 35 yaşlarında, yolda hastalandı ve göçen insanların hepsi kendi can derdine düşmüştü, yaşlılar, “Bu geline ‘Emr-i Hak’ vaki olacak, bunu indirelim yükümüz hafiflesin”, diyerek bizi bir dağ başında yapayalnız bıraktılar, anam gece dizimde ruhunu teslim etti. Sabaha kadar üzerine kapanıp ağladım. Sabahleyin onu olduğu yere uzattım, ellerimle üzerine toprak taşıyıp oraya defnettim ve yaya olarak yola düşüp günlerce aç-susuz yürüyüp Sivas’a ulaşabildim.”
Artık anlamıştım, savaş sadece cephede kaybedilmiyor. Osmanlı Devleti’nin çözülme döneminde yaşamış bir neslin çocuğuydum. Bu siyasi yıkımın enkazı altında kalmıştık. Dolayısıyla, onun derin izlerini, ruhsal travmasını yaşayan bir toplumun parçasıydım. Yaşım ilerleyecek ve ben neden Stalin’in ölümüne sloganlı gösteriyle destek verdiğimi anlayacaktım:
Stalin, Ahıska bölgesinde kalan Türkleri, Rusya’nın en uzak, en soğuk bölgelerine süren zalim bir diktatördü. Orada, Çar’ın propagandasına kanmak suretiyle yurtlarından yuvalarından kopmak istemeyen insanları hayvanların taşındığı vagonlara doldurarak nakleden bu zalimin ölümü elbette bizim için bayram günüydü. Ne var ki, kaybedilen topraklar geri dönmüyordu. Günü gelecek Stalin’in heykellerinin de yerlerde parçalanarak sürüklendiğini görecektim, ama o da benim ruhumdaki fırtınaları dindirmeyecekti. Batı’da kaybettiğimiz topraklar kadar ıstırap vermişti bana Doğu’daki topraklarımızın ellerimizden çıkması. Üstelik bu zalim diktatör Gürcü asıllı olduğu için bizim bu topraklarımızı Rusya’ya katmamış, Gürcistan’a vermişti.
Daha sonra ben büyüyecek o entelektüel ailenin sürüklendiği acılar yumağının arasından okuyan, yüksek öğrenim gören tek insanı olacaktım. Bu defa babamdan ömrünün sonuna doğru yaşadıklarının kaydını alacaktım. Anlattıkları, kadere teslimiyet duygularını da aşarak hıçkırıklara boğacaktı beni:
“Rusların Doğu Anadolu’yu işgali, Ermenilerin dayanılmaz tecavüzlerine kapı açtı. Ermeni çeteleri, köyleri basıyor, masum halkı katlediyor, kadın ve kızlara tecavüzde bulunuyorlardı. Birçok aile yetişkin kızlarının ve genç gelinlerinin başına gelecek felaketten korktuğu için evlatlarını onlara teslim etmeden öldürüp dağlara çekildiler. Bize en büyük ıstırabı veren bu olaylardı. Biz ikinci bir sürgünü de böyle yaşadık. Anadolu içlerine gelirken geride her şeyimizi bırakmıştık. Kapısında onlarca hizmetçi çalışan bir ailenin çocukları şimdi onun bunun yanında karın tokluğuna çalışmaya mahkûm edilmişti.”
Son sözü adeta duygularımı isyan duvarına çivilemişti:
“Yavrum, biz harbi bir defa yaşamadık. Dedem, Ahıska’da, babam Doğu Anadolu’da ben ise Anadolu’da düşman namlusunun ucunda hayata tutunmaya çalıştık. Sizler yoksulluğun çocuklarısınız, ama altın gibi bir servetiniz var; bunun kıymetini bilin: Artık istiklaline ve hürriyetine kavuşmuş bir ülkeyi sizlere emanet ediyoruz. Neslimizin refahı ve güveni bizim acılarımızın örtüsü olacaktır. Bunu sakın unutmayın; yurdun, bağımsızlığın ve vatanın kıymetini bilin! Bundan yıllarca önce Stalin’in öldüğünü radyodan öğrenince doğruca okula koşarak sizin ellerinize bayrakları tutuşturup, sevinçle bağırtan bizlerdik.”
Unutmamalıyız ki; tarih zalimleri affetmez! Hitler Avrupa’da, Stalin Rusya’da, Mao Çin’de kendi zalimliklerine bedel ödettikleri masum insanların kanında boğuldular. Üstelik yerleştirmek istedikleri ideolojileriyle birlikte tarihin nefret labirentlerine hapsedildiler. Biz ise, akıttığımız kendi kanımızın yeşerttiği bu topraklarda geleceğin Türkiye’sini inşa etmek için ayaktayız. Bugün kendi ayakları üzerinde duran kendi ülkemizde yaşıyoruz.
Yalnız, taklit hummasına yakalanarak ruhunu kaybetme tehlikesine sürüklenen bir neslin trajedisinden korkuyorum. Bu korkuyu yenebilirsek başaramayacağımız hiçbir şey yok gibidir. Tarihten ders almayı başarırsak, bu defa göçümüz yoksulluğa değil, onurlu bir geleceğin servetine olacaktır. O servet, hürriyettir!
Şimdi yukarıya aldığım şiire dönebilirim: Bu şiiri, ziyaret ettiğim Allahuekber dağındaki şehitlerimizin benim duygularımı kuşatan ruhaniyeti altında yazdım. Çünkü bu savaş şehitleri, 93 Harbinde kaybedilen toprakları almak için sefere çıkmışlardı: Başarabilselerdi, o yıllarda sadece Batum’la Revanla sınırlı kalmayan; Sarıkamış, Ardahan, Kars ve Artvin’i de içinde alan kaybedilen topraklarımızın, yeniden vatanın parçalanan bu tarafını tamir etmek için sınırlarımıza katılması hedeflenmişti. Gerçi zamanla Sarıkamış, Ardahan, Kars ve Artvin’i yeniden topraklarımıza kattık ancak benim atalarımın toprakları bir daha vatanım asli parçası olamadı. Bu yüksek ideal için çıkan askerlerimizin kardan anıtları, o tarihten buyana ruhumuzu sürekli üşütmektedir. Üstelik o şehitler arasında benim sülalemden insanlar da vardı. Onlar vatan için koşmuşlardı buraya. Onlar, benim kanımdan, canımdan daha kutsal bir tutkuyla yürümüşlerdi Moskof üstüne.
11 yaşındaki oğlunun dizlerine başını koyup ruhunu teslim ettiği o daracık yollarda babaannemin mezarını aradım. Belki de o, şehitler mahşerinde, en önde beyaz duvağıyla yürüyordu önümde.
Bir sıcak el, pamuk gibi bir el yüreğime uzandı, kalbimi okşadı, alnımdaki teri sildi, gözlerimdeki yaşı avuçlarında topladı ve çekildi aramızdan. Hıçkıramadım, diz çöktüm, kıbleye döndüm önce Yasin-i Şerif’i okudum sonra bu satırları yazdım. Onlara şükran duyuyorum, onlara rahmet diliyorum…
FACEBOOK YORUMLAR