YA BİZ İSRAİL'E SINIR OLACAĞIZ, YA DA ONLAR BİZE…
Ortadoğu’da Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopartılarak kurulan ülkeleri ve bu ülkelerin bizimle kaç yıl bir arada yaşadıklarını hatırlatmakta fayda var
12 Aralık 2017 - 21:40
Ortadoğu’da Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopartılarak kurulan ülkeleri ve bu ülkelerin bizimle kaç yıl bir arada yaşadıklarını hatırlatmakta fayda var.
Irak (404 yıl), Suriye (402 yıl), Ürdün (402 yıl), İsrail (402 yıl), Lübnan (402 yıl), Filistin (401 yıl), Kuveyt (375 yıl), Suudi Arabistan (393 yıl), Katar (42 yıl), Bahreyn (56 yıl), Yemen (146 yıl), Umman (8 yıl), Batı İran (28 yıl), Kıbrıs (343 yıl).
Derken 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı başladı ve Balkan- Afrika ve Ortadoğu toprakları kısa sürede elimizden bir su gibi akıp gitti.
Bugün 2017 yılındayız.
Aradan neredeyse 100 yıl geçti. Bu dönem zarfında Türkiye yıllar boyu kendi iç sorunlarıyla mücadele etti gitti. Ülkenin sinerjisi sürekli olarak; 1960 Darbesi, 1970 Muhtırası, iç çatışmalar, 1980 Darbesi, ASALA ve PKK sorunu, 28 Şubat 1997 Post Modern Darbesi, parti kapatma davaları, Gezi Olayları, 17-25 Aralık 2013 Yargı Darbesi ve son olarak 15 Temmuz 2016 FETÖ Askeri Kalkışması gibi olaylara harcandı durdu.
Ortadoğu ülkeleri ise Osmanlı’dan ayrıldıktan sonra bir daha hiç bir zaman huzur bulamadı. Hemen her ülke, kendisinden binlerce kilometre uzaklıktaki bir başka ülkenin sömürgesi haline dönüştü. (Bazıları siyasi, bazıları ekonomik anlamda). Suudi Arabistan ARAMCO ile ABD’nin, Irak, Kuveyt, Bahreyn, Katar gibi ülkeler ise SHELL ve BP üzerinden İngiltere’nin sömürgesi oldu.
Bu ülkelerin lafta devletleri var ama toprağın altındaki petrolde hiçbir hakları yok.
10 dolarlık petrol çıkartılsa ellerine geçecek para en iyi ihtimalle bir veya iki dolardan başka bir şey değil. Parsanın büyüğünü yıllar boyu Batılılar toplamış, toplamaya da devam ediyor. Bu bir iki dolar paracık da petrole sahip olan ülkelerin insanlarına değil, bizzat o ülkeleri yöneten kral ve emirlerin banka hesaplarına akıp duruyor.
Suudi Arabistan’dan Katar’a, Bahreyn’den Kuveyt’e kadar hemen her ülkede durum aynı. Yüz milyarlarca dolarlık servete sahip krallar, emirler, prensler paralarını İsviçre, ABD ve İngiltere bankalarında istiflemekle meşgul. Aslında o da metazori bir durum. Petrolden elde ettiğin serveti kendisine güvenen ABD veya İngiliz bankaları dışında tutabiliyorsa tutsun.
Ortadoğu coğrafyasında yüz yıldır değişmeyen tek bir gerçek var ki o da; hiç sağlanamayan huzur ve barış. Osmanlı’dan ayrılan Ortadoğu ve Afrika ülkelerinin az sayıdaki entellektüel aydınlarının bugünlerde açıkça ifade ettiği ve dile getirdiği çok doğru bir tespit var. O da şu; “Biz en huzurlu ve rahat dönemimizi Osmanlı idaresinde geçirdik, Osmanlı bizi insan yerine koyuyordu, şimdi ise denizdeki tek bir fok balığı Arapların tümünden bile daha kıymetli”.
Osmanlının Ortadoğu’daki siyasi ve idari yapılanmasını gösteren eski taş baskı haritalar üzerinde detaylı araştırmalar yaptım. Vilayetler, sancaklar, mutasarrıflıklar arasındaki sınırlar o kadar hassas ve dikkatle çizilmiş ki insanın inanası gelmiyor. Her türlü etnik ve mezhepsel farklılıklar, örf ve inanışlar bu haritalarda dikkate alınmış. Hiçbir azınlığın bir başka çoğunluk üzerinde tahakküm kurmasına izin verilmemiş. Şii mezhebinin çoğunlukta olduğu yerlere Şii idareci, Sünnilerin olduğu yerlere Sünni, Süryani ve Hristiyanların bulunduğu yerlere de yine kendi içlerinden idareciler atanmış. Hiç kimse kimseye ezdirilmemiş.
Şimdiki Irak’ı ele alalım. Osmanlı döneminde Irak diye bir yer veya mıntıka zaten bulunmuyordu. Hatta o bölgede birbirinden tamamen ayrışmış Bağdat, Musul ve Basra vilayetleri yer alıyordu. Sünniler Bağdat vilayetinde, Şiiler Basra, Kürt ve Türkmenler ise Musul vilayetinde yaşıyordu.
“Bir deli kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkartamamış” misali bugün tüm dünya oturmuş Ortadoğu’nun nasıl iflah olacağını, nasıl düzeleceğini tartışıyor. Hiç kimsenin aklına geçmişe bakmak gelmiyor ya da “bakılmak” istenilmiyor.
Şeyh Edebali’nin meşhur bir sözü vardır: “İNSANI YAŞAT Kİ DEVLET YAŞASIN“. Osmanlı’yı 623 yıl boyunca ayakta tutan temel devlet prensibi işte bu cümlede vücut bulur. Ekonomi, hukuk, maliye ve diğer tüm konularda bu temel prensibe riayet edilmiştir. Örneğin adalet konusunda herhangi bir karar alınırken öncelikle insan esas alınmıştır. Benzer şekilde mali konularda da, insanların ödeyebileceği miktardan daha fazla vergi talep edilmesi hiçbir zaman arzu edilmemiştir. Osmanlı Devleti’nin ekonomi politikası belirlenirken, bireylerin azami derecede fayda elde edeceği provizyonist ekonomi politikaları esas alınmıştır. İşte bu hassasiyetler, bünyesinde çok sayıda farklı etnik yapı, farklı dil, farklı dini inanış ve mezhep barındıran bu devleti 623 yıl kusursuz bir şekilde ayakta tutmuştur.
Osmanlı Devleti köklü devlet geleneklerine sahip mükemmel bir organizmadır. Osmanlı da her detay düşünülmüştür ve sıkı bir gelenekçilik vardır. Hiçbir şey geleneklerin, inançların ve ilkelerin dışına çıkamaz. Yani anlayacağınız OSMANLI, birçok EBLEH, BİLGİSİZ ve CAHİL tarihçi ve aydının ileri sürdüğü gibi geri kalmış bir Doğu toplumu asla değildi.
Osmanlının Ortadoğu ve Afrika coğrafyasında kurduğu düzen yüzyıllar boyu kusursuz bir şekilde işlemiştir. Dünyanın en mükemmel ve en güvenilir arşivlerine sahip olan Osmanlı Devleti’nin şükürler olsun ki tüm arşiv materyali bugün elimizde mevcut. Bir kısmı Cumhuriyetin şerefsiz ve kanı bozuk idarecilerince vagonlara doldurulup Bulgaristan’a hurda kağıt olarak satılmışsa da gerisi halen elimizde mahfuz. Bu arşiv belgelerini lütfen inceleyin. 400 küsur yıllık Ortadoğu hükümranlığı sırasında cinayet ve hırsızlık gibi adi vakalar haricinde, İstanbul’a intikal eden ve toplumsal rahatsızlık yaratan vaka ve olay sayısı çok azdır. Halbuki bugün bırakın tüm Ortadoğu ülkelerini, bir gün içerisinde sadece Irak’ta veya sadece Suriye’de veya sadece Suudi Arabistan’da yaşanan etnik ve mezhepsel olay sayısı Osmanlı’da 400 yılda yaşanandan daha fazladır.
Ortadoğu’nun toplumsal, siyasi, ekonomik ve sosyal anlamda ciddi bir sıfırlanmaya ihtiyacı var. Sorunun çözümüyle uğraşanlar mikro sorunlarla uğraşmaktan, sorunları yaratan makro etkenleri görememekte.
Sorun;
Yapay sınırlardır.
Ortadoğu’nun sorunu insana değer verilmemesidir.
Hakça paylaşımın olmamasıdır.
İnsanların kendi zenginliklerine sahip çıkamamasıdır.
Kendi kendilerini, kendi içlerinden çıkmış idarecilerce yönetememeleridir.
Emperyalist devletlerin güdümünden ve kontrolünden çıkamamalarıdır.
Gözü bağlı şekilde değirmen taşını çeviren at misali, aslında tam bir kısır döngü yaşadıkları halde düz yolda gittiklerini zannetmeleridir.
Ortadoğu’yu 1918 öncesine bir çevirebilsek, hafızaları bir sıfırlayabilsek, Yurtta Sulh Cihanda Sulh aldatmacasının bizi dünyadan izole etmek için uydurulan bir düzen olduğunu bir anlatabilsek her şey düzelecek.
11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırısından hemen sonra Irak ve Afganistan’a yönelik koalisyon saldırıları ve Amerikan işgalleri bugün bu toprakların tamamını bir “Cehenneme” çevirmiş durumda. 7 Ekim 2001’de Afganistan’da El-Kaide’ye yönelik olarak başlatılan saldırılarda resmi olmayan rakamlara göre 130.000 kişi hayatını kaybetti. 20 Mart 2003 tarihinde Irak’a giren ABD ve koalisyon güçlerinin saldırılarında ise tahmini olarak 3 milyon kişi ölmüş durumda. Her iki savaşın, sorunları ne derece çözdüğü şu an ortada. Amerikan işgaline tepki olarak 2004 yılında Irak İslam Devleti (IİD), sonrasında ise Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) olarak ortaya çıkan terörist yapılanmanın, gerek bu coğrafyayı gerekse dünyayı ne şekilde dehşete düşürdüğünü canlı yayınlarla bugün herkes izlemekte.
Suriye’de 7 yıl içerisinde Esed güçlerinin saldırılarından dolayı resmi olmayan rakamlara göre neredeyse bir milyon insan durumda. Yaralıları ise sayan bile yok. Harabeye dönüşen Hama, Humus, Halep, Rakka gibi şehirler ise 1945’de hava bombardımanına maruz kalan Almanya’nın Berlin şehrinden hiç farklı değil.
Hürriyet Gazetesi’nden Ertuğrul Özkök bundan iki üç yıl önce ilginç bir yazı kaleme almış ve Batının en güvendiği liderin Esed olduğunu iddia etmişti. Bu iddia ile Amerikan Times Dergisi’nin 1938 yılında Hitler’i yılın adamı seçmesi olayı ne kadar benzerlikler arz ediyor değil mi?
El-Kaide, İŞİD ve diğer terör örgütleri bahane edilerek bu coğrafyanın kadim şehirleri, tarihi ve kültürel mirası yerle bir edildi. Irak’ın en büyük şehirlerinden Ramadi, Felluce, Hiyt, Hadise, Anah, Rava, Kaim, Latifiyye, Tikrit, Beyci, Telafer, Musul, Rutba, Terbil, Velid, Celevla, Mikdadiye, Anbar harabeye dönüşmüş durumda.
Şehrazad’ın Binbir Gece Masalları’na konu ettiği o efsane şehir Bağdat’tan ise eser bile kalmamış.
Suriye’de ise Dera, Ebu Kemal, El Meyadin, Deyr-ez-Zor, Rakka, El Bab, Mumbuç, Carablus, Telabiyad, Haseke ise neredeyse haritadan silindi.
Kendilerini akıllı sayan, Türkleri ise ahmak yerine koyan Batılı ülkelerin oyununa bu defa düşmeyeceğiz.
Türkiye’nin Suriye’ye müdahale etmesinin bir anlamı olmalıdır. ABD, 1990-91 Körfez Savaşı ve 2001 Irak İşgali sonrasında harcadığı her kuruş parayı misliyle Irak’ın petrol gelirlerine el koymak suretiyle geri aldı ve almaya da devam ediyor. ABD’li petrol şirketlerine verilen petrol ve doğalgaz arama lisansları ile ABD’li savunma sanayi şirketleriyle yapılan yüz milyarlarca dolarlık silah anlaşmalarını saymıyorum bile.
Peki Türkiye olarak Suriye’ye müdahale ettiğimizde biz bu işten ne elde edeceğiz? Suriye’nin petrolü yok. Eğer diyorlarsa ki “Suriye Devleti zaten 1921 Ankara Anlaşmasını ihlal etmiştir, Suriye’nin tamamı Türkiye Cumhuriyeti toprağı olacaktır”, o zaman sorun yok hemen yarın girelim ve sonucu ne olursa olsun sorunu halledip işimize gücümüze bakalım. Aksi durumda “alavere dalavere Kürt Memet nöbete” mantığı artık bize terstir.
Amerika Birleşik Devletleri’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etmesi meselesi ise çok derin bir konudur. Bugün Kudüs’ün, yarın Lübnan’ın, derken Şam ve Halep’in adım adım İsrail’in eline geçtiğini ve bu terör devletinin Türkiye’ye komşu olduğunu düşünsenize…
Hep söylüyorum ve yine tekrar edeceğim. Artık “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” söylemi bitmiştir.
Türkiye’nin sınırları artık Kilis, Urfa, Hakkari ve Şırnak’ta bitmemektedir.
Sınırlarımız dışında ileri karakollar oluşturup Ortadoğu coğrafyasında İsrail’e komşu olmanın zamanı gelmiştir.
Biz bunu yapmazsak Kudüs’e ilave olarak Mekke ve Medine’de de İsrail ve ABD bayrağının dalgalandığını görmek için daha fazla uyumamıza gerek kalmayacak.
Dr. Mehmet Hakan SAĞLAM / Ülke Postası
Irak (404 yıl), Suriye (402 yıl), Ürdün (402 yıl), İsrail (402 yıl), Lübnan (402 yıl), Filistin (401 yıl), Kuveyt (375 yıl), Suudi Arabistan (393 yıl), Katar (42 yıl), Bahreyn (56 yıl), Yemen (146 yıl), Umman (8 yıl), Batı İran (28 yıl), Kıbrıs (343 yıl).
Derken 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı başladı ve Balkan- Afrika ve Ortadoğu toprakları kısa sürede elimizden bir su gibi akıp gitti.
Bugün 2017 yılındayız.
Aradan neredeyse 100 yıl geçti. Bu dönem zarfında Türkiye yıllar boyu kendi iç sorunlarıyla mücadele etti gitti. Ülkenin sinerjisi sürekli olarak; 1960 Darbesi, 1970 Muhtırası, iç çatışmalar, 1980 Darbesi, ASALA ve PKK sorunu, 28 Şubat 1997 Post Modern Darbesi, parti kapatma davaları, Gezi Olayları, 17-25 Aralık 2013 Yargı Darbesi ve son olarak 15 Temmuz 2016 FETÖ Askeri Kalkışması gibi olaylara harcandı durdu.
Ortadoğu ülkeleri ise Osmanlı’dan ayrıldıktan sonra bir daha hiç bir zaman huzur bulamadı. Hemen her ülke, kendisinden binlerce kilometre uzaklıktaki bir başka ülkenin sömürgesi haline dönüştü. (Bazıları siyasi, bazıları ekonomik anlamda). Suudi Arabistan ARAMCO ile ABD’nin, Irak, Kuveyt, Bahreyn, Katar gibi ülkeler ise SHELL ve BP üzerinden İngiltere’nin sömürgesi oldu.
Bu ülkelerin lafta devletleri var ama toprağın altındaki petrolde hiçbir hakları yok.
10 dolarlık petrol çıkartılsa ellerine geçecek para en iyi ihtimalle bir veya iki dolardan başka bir şey değil. Parsanın büyüğünü yıllar boyu Batılılar toplamış, toplamaya da devam ediyor. Bu bir iki dolar paracık da petrole sahip olan ülkelerin insanlarına değil, bizzat o ülkeleri yöneten kral ve emirlerin banka hesaplarına akıp duruyor.
Suudi Arabistan’dan Katar’a, Bahreyn’den Kuveyt’e kadar hemen her ülkede durum aynı. Yüz milyarlarca dolarlık servete sahip krallar, emirler, prensler paralarını İsviçre, ABD ve İngiltere bankalarında istiflemekle meşgul. Aslında o da metazori bir durum. Petrolden elde ettiğin serveti kendisine güvenen ABD veya İngiliz bankaları dışında tutabiliyorsa tutsun.
Ortadoğu coğrafyasında yüz yıldır değişmeyen tek bir gerçek var ki o da; hiç sağlanamayan huzur ve barış. Osmanlı’dan ayrılan Ortadoğu ve Afrika ülkelerinin az sayıdaki entellektüel aydınlarının bugünlerde açıkça ifade ettiği ve dile getirdiği çok doğru bir tespit var. O da şu; “Biz en huzurlu ve rahat dönemimizi Osmanlı idaresinde geçirdik, Osmanlı bizi insan yerine koyuyordu, şimdi ise denizdeki tek bir fok balığı Arapların tümünden bile daha kıymetli”.
Osmanlının Ortadoğu’daki siyasi ve idari yapılanmasını gösteren eski taş baskı haritalar üzerinde detaylı araştırmalar yaptım. Vilayetler, sancaklar, mutasarrıflıklar arasındaki sınırlar o kadar hassas ve dikkatle çizilmiş ki insanın inanası gelmiyor. Her türlü etnik ve mezhepsel farklılıklar, örf ve inanışlar bu haritalarda dikkate alınmış. Hiçbir azınlığın bir başka çoğunluk üzerinde tahakküm kurmasına izin verilmemiş. Şii mezhebinin çoğunlukta olduğu yerlere Şii idareci, Sünnilerin olduğu yerlere Sünni, Süryani ve Hristiyanların bulunduğu yerlere de yine kendi içlerinden idareciler atanmış. Hiç kimse kimseye ezdirilmemiş.
Şimdiki Irak’ı ele alalım. Osmanlı döneminde Irak diye bir yer veya mıntıka zaten bulunmuyordu. Hatta o bölgede birbirinden tamamen ayrışmış Bağdat, Musul ve Basra vilayetleri yer alıyordu. Sünniler Bağdat vilayetinde, Şiiler Basra, Kürt ve Türkmenler ise Musul vilayetinde yaşıyordu.
“Bir deli kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkartamamış” misali bugün tüm dünya oturmuş Ortadoğu’nun nasıl iflah olacağını, nasıl düzeleceğini tartışıyor. Hiç kimsenin aklına geçmişe bakmak gelmiyor ya da “bakılmak” istenilmiyor.
Şeyh Edebali’nin meşhur bir sözü vardır: “İNSANI YAŞAT Kİ DEVLET YAŞASIN“. Osmanlı’yı 623 yıl boyunca ayakta tutan temel devlet prensibi işte bu cümlede vücut bulur. Ekonomi, hukuk, maliye ve diğer tüm konularda bu temel prensibe riayet edilmiştir. Örneğin adalet konusunda herhangi bir karar alınırken öncelikle insan esas alınmıştır. Benzer şekilde mali konularda da, insanların ödeyebileceği miktardan daha fazla vergi talep edilmesi hiçbir zaman arzu edilmemiştir. Osmanlı Devleti’nin ekonomi politikası belirlenirken, bireylerin azami derecede fayda elde edeceği provizyonist ekonomi politikaları esas alınmıştır. İşte bu hassasiyetler, bünyesinde çok sayıda farklı etnik yapı, farklı dil, farklı dini inanış ve mezhep barındıran bu devleti 623 yıl kusursuz bir şekilde ayakta tutmuştur.
Osmanlı Devleti köklü devlet geleneklerine sahip mükemmel bir organizmadır. Osmanlı da her detay düşünülmüştür ve sıkı bir gelenekçilik vardır. Hiçbir şey geleneklerin, inançların ve ilkelerin dışına çıkamaz. Yani anlayacağınız OSMANLI, birçok EBLEH, BİLGİSİZ ve CAHİL tarihçi ve aydının ileri sürdüğü gibi geri kalmış bir Doğu toplumu asla değildi.
Osmanlının Ortadoğu ve Afrika coğrafyasında kurduğu düzen yüzyıllar boyu kusursuz bir şekilde işlemiştir. Dünyanın en mükemmel ve en güvenilir arşivlerine sahip olan Osmanlı Devleti’nin şükürler olsun ki tüm arşiv materyali bugün elimizde mevcut. Bir kısmı Cumhuriyetin şerefsiz ve kanı bozuk idarecilerince vagonlara doldurulup Bulgaristan’a hurda kağıt olarak satılmışsa da gerisi halen elimizde mahfuz. Bu arşiv belgelerini lütfen inceleyin. 400 küsur yıllık Ortadoğu hükümranlığı sırasında cinayet ve hırsızlık gibi adi vakalar haricinde, İstanbul’a intikal eden ve toplumsal rahatsızlık yaratan vaka ve olay sayısı çok azdır. Halbuki bugün bırakın tüm Ortadoğu ülkelerini, bir gün içerisinde sadece Irak’ta veya sadece Suriye’de veya sadece Suudi Arabistan’da yaşanan etnik ve mezhepsel olay sayısı Osmanlı’da 400 yılda yaşanandan daha fazladır.
Ortadoğu’nun toplumsal, siyasi, ekonomik ve sosyal anlamda ciddi bir sıfırlanmaya ihtiyacı var. Sorunun çözümüyle uğraşanlar mikro sorunlarla uğraşmaktan, sorunları yaratan makro etkenleri görememekte.
Sorun;
Yapay sınırlardır.
Ortadoğu’nun sorunu insana değer verilmemesidir.
Hakça paylaşımın olmamasıdır.
İnsanların kendi zenginliklerine sahip çıkamamasıdır.
Kendi kendilerini, kendi içlerinden çıkmış idarecilerce yönetememeleridir.
Emperyalist devletlerin güdümünden ve kontrolünden çıkamamalarıdır.
Gözü bağlı şekilde değirmen taşını çeviren at misali, aslında tam bir kısır döngü yaşadıkları halde düz yolda gittiklerini zannetmeleridir.
Ortadoğu’yu 1918 öncesine bir çevirebilsek, hafızaları bir sıfırlayabilsek, Yurtta Sulh Cihanda Sulh aldatmacasının bizi dünyadan izole etmek için uydurulan bir düzen olduğunu bir anlatabilsek her şey düzelecek.
11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırısından hemen sonra Irak ve Afganistan’a yönelik koalisyon saldırıları ve Amerikan işgalleri bugün bu toprakların tamamını bir “Cehenneme” çevirmiş durumda. 7 Ekim 2001’de Afganistan’da El-Kaide’ye yönelik olarak başlatılan saldırılarda resmi olmayan rakamlara göre 130.000 kişi hayatını kaybetti. 20 Mart 2003 tarihinde Irak’a giren ABD ve koalisyon güçlerinin saldırılarında ise tahmini olarak 3 milyon kişi ölmüş durumda. Her iki savaşın, sorunları ne derece çözdüğü şu an ortada. Amerikan işgaline tepki olarak 2004 yılında Irak İslam Devleti (IİD), sonrasında ise Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) olarak ortaya çıkan terörist yapılanmanın, gerek bu coğrafyayı gerekse dünyayı ne şekilde dehşete düşürdüğünü canlı yayınlarla bugün herkes izlemekte.
Suriye’de 7 yıl içerisinde Esed güçlerinin saldırılarından dolayı resmi olmayan rakamlara göre neredeyse bir milyon insan durumda. Yaralıları ise sayan bile yok. Harabeye dönüşen Hama, Humus, Halep, Rakka gibi şehirler ise 1945’de hava bombardımanına maruz kalan Almanya’nın Berlin şehrinden hiç farklı değil.
Hürriyet Gazetesi’nden Ertuğrul Özkök bundan iki üç yıl önce ilginç bir yazı kaleme almış ve Batının en güvendiği liderin Esed olduğunu iddia etmişti. Bu iddia ile Amerikan Times Dergisi’nin 1938 yılında Hitler’i yılın adamı seçmesi olayı ne kadar benzerlikler arz ediyor değil mi?
El-Kaide, İŞİD ve diğer terör örgütleri bahane edilerek bu coğrafyanın kadim şehirleri, tarihi ve kültürel mirası yerle bir edildi. Irak’ın en büyük şehirlerinden Ramadi, Felluce, Hiyt, Hadise, Anah, Rava, Kaim, Latifiyye, Tikrit, Beyci, Telafer, Musul, Rutba, Terbil, Velid, Celevla, Mikdadiye, Anbar harabeye dönüşmüş durumda.
Şehrazad’ın Binbir Gece Masalları’na konu ettiği o efsane şehir Bağdat’tan ise eser bile kalmamış.
Suriye’de ise Dera, Ebu Kemal, El Meyadin, Deyr-ez-Zor, Rakka, El Bab, Mumbuç, Carablus, Telabiyad, Haseke ise neredeyse haritadan silindi.
Kendilerini akıllı sayan, Türkleri ise ahmak yerine koyan Batılı ülkelerin oyununa bu defa düşmeyeceğiz.
Türkiye’nin Suriye’ye müdahale etmesinin bir anlamı olmalıdır. ABD, 1990-91 Körfez Savaşı ve 2001 Irak İşgali sonrasında harcadığı her kuruş parayı misliyle Irak’ın petrol gelirlerine el koymak suretiyle geri aldı ve almaya da devam ediyor. ABD’li petrol şirketlerine verilen petrol ve doğalgaz arama lisansları ile ABD’li savunma sanayi şirketleriyle yapılan yüz milyarlarca dolarlık silah anlaşmalarını saymıyorum bile.
Peki Türkiye olarak Suriye’ye müdahale ettiğimizde biz bu işten ne elde edeceğiz? Suriye’nin petrolü yok. Eğer diyorlarsa ki “Suriye Devleti zaten 1921 Ankara Anlaşmasını ihlal etmiştir, Suriye’nin tamamı Türkiye Cumhuriyeti toprağı olacaktır”, o zaman sorun yok hemen yarın girelim ve sonucu ne olursa olsun sorunu halledip işimize gücümüze bakalım. Aksi durumda “alavere dalavere Kürt Memet nöbete” mantığı artık bize terstir.
Amerika Birleşik Devletleri’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etmesi meselesi ise çok derin bir konudur. Bugün Kudüs’ün, yarın Lübnan’ın, derken Şam ve Halep’in adım adım İsrail’in eline geçtiğini ve bu terör devletinin Türkiye’ye komşu olduğunu düşünsenize…
Hep söylüyorum ve yine tekrar edeceğim. Artık “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” söylemi bitmiştir.
Türkiye’nin sınırları artık Kilis, Urfa, Hakkari ve Şırnak’ta bitmemektedir.
Sınırlarımız dışında ileri karakollar oluşturup Ortadoğu coğrafyasında İsrail’e komşu olmanın zamanı gelmiştir.
Biz bunu yapmazsak Kudüs’e ilave olarak Mekke ve Medine’de de İsrail ve ABD bayrağının dalgalandığını görmek için daha fazla uyumamıza gerek kalmayacak.
Dr. Mehmet Hakan SAĞLAM / Ülke Postası
FACEBOOK YORUMLAR