John Maynard Keynes, kendi adıyla anılan iktisat teoremini, 1929 yılında Amerika’da patlak veren Büyük Buhran’ın yarattığı sorunları ortadan kaldırmak amacıyla geliştirmişti. Bankaların, şirketlerin ve şahısların birbiri peşi sıra iflâs ettiği o yıllarda Keynes’in önerileri ABD başta olmak üzere birçok ülke tarafından benimsenmiş, uygulamaya konulmuş ve başarılı da olmuştu. Keynes, pratik hayatta teorisi uygulama sahası bulan ender iktisatçılardan biridir. 1940-1946 yılları arasında İngiliz Hükümeti’nin maliye danışmanlığını yapan Keynes’e göre; “Ülkedeki para, faiz ve fiyat düzeyi, kambiyo kurlarına göre değil, “milli ekonominin ihtiyaçlarına göre” düzenlenmeli ve devlet gerektiğinde piyasaya müdahale etmelidir.”
Keynes, gerek Birinci Dünya Savaşı (1914-18), gerekse İkinci Dünya Savaşı’nın (1939-44) ülke ekonomilerini nasıl çökerttiğini çok iyi gözlemlemişti. Çarkları döndürebilmenin kolay olmadığını iyi biliyordu. Büyük Bunalım, Ekim 1929’da ABD’de başlamış ve 1930 yılının başlarından itibaren Sovyet Rusya dışındaki diğer tüm ülkeleri etkisi altına almıştı. Bu krizin patlak vermesinin en büyük nedeni ise; aşırı üretim artışıydı. Yüksek miktardaki üretime karşılık giderek azalan talep, fiyatlar genel düzeyinin hızla düşmesine neden olmuştu.
Sanayi şirketleri piyasalarda ortaya çıkan talep azalışına kendilerini kolaylıkla adapte edebilme imkânına sahipken, tarım sektöründe böyle bir şey mümkün değildi. İşte tarım üretimindeki bu fazlalık fiyatların bir anda çökmesine neden oldu. Bu durum en fazla Amerikan tarım üreticilerini etkiledi.
1929 yılında Sovyet Rusya’da zaten komünizm egemendi ve dışa kapalı bir ekonomi politikası uyguluyordu. Stalin ne pahasına olursa olsun sanayileşmenin gerekliliğini o yıllarda hedef olarak benimsemiş ve 1937 yılına gelindiğinde Rusya’yı ABD’den sonra dünyanın en büyük ikinci endüstriyel ürün ihracatçısı konumuna getirmişti. 1936’dan itibaren Franco İspanya’da diktatörlüğünü ilan ederken, Polonya’da ise Mareşal Pilsudski bu işi 1926’da gerçekleştirdi. Yunanistan’da bir darbe ile iktidarı devralan General Metaksas güdümlü bir rejim kurarken, İtalya’da ise Benito Mussolini 1922’den itibaren tüm dizginleri ele geçirdi. Avrupa’nın neredeyse tamamı faşist ve diktatoryal idarecilerin eline geçiyordu.
Büyük Dünya Bunalımı adı verilen ve 1929 yılından itibaren tüm dünyayı etkisi altına alan ekonomik krizin sürdüğü 1933 yılında, ABD’de yapılan başkanlık seçimini Roosevelt kazandı. Cumhuriyetçi Parti’nin başkanı Hoover’den görevi devralan yeni başkan Roosevelt, ülkesini düzlüğe çıkarmak için uygulamaya koyduğu önlemlerin tümüne “New Deal” yani “Yeni Düzen” adını verdi.
Başkan Roosevelt, Amerikan ekonomisini krizden çıkarmak için bir İngiliz iktisatçısı olan Keynes’in önerileri doğrultusunda; “müdahaleci, düzenleyici ve yol gösterici” bir ulusal iktisat politikası oluşturma yoluna gitti. Tarımsal ürün fiyatlarının hızla düşmesi ve çiftçilerin banka borçlarını ödeyememesi küçük bankaların çoğunu iflâsa sürüklemişti. Sanayi kesiminde piyasadaki durgunluk nedeniyle stoklar artmış ve üretim hızla azalmıştı. 1929 yılında ülkedeki işsizlerin sayısı 4,6 milyon iken, 1933’te 13 milyona dayanmıştı. 1929 yılında 659, 1930 yılında 1352 ve 1931’de de 2294 banka iflâs etmişti. Bu bankaların çoğu yöresel veya bölgesel faaliyet gösteren tek veya birkaç şubeli küçük finans kuruluşlarıydı.
Ülkede var olan sosyo-ekonomik sorunların çözümlenmesi amacıyla Başkan Roosevelt çok önemli 13 kanun çıkardı. 1933 yılı ortalarında birbiri peşi sıra devreye sokulan bu kanunlar ekonomiye yeniden işlerlik kazandırma amacı güdüyordu. Bankacılık sistemini düzenleyen yeni kanun, bankaların borsalarda spekülatif işlem yapmasını engellerken, tasarruf sahiplerinin haklarını koruyucu önlemler getiriyordu. New Deal, sanayi üretimi, piyasalar ve işçi-işveren ilişkileri konularında da yenilikler içeriyordu. Sanayide durgunluğu gidermek için aşırı üretimin engellenmesi, ücretlerin artırılması, iş saatlerinin azaltılması ve çalışma ücretlerinin yükseltilmesi temel hedefti. Özellikle yükselen ücretlerin toplam talebi canlandıracağı, dolayısıyla satışları artıracağı ve birikmiş stokların erimesine yol açacağı hesaplanmıştı.
Özel kesime yönelik destekleyici ve özendirici önlemler yanında, kamu yatırımları ve hizmetleri için de önemli fonlar ayrılmıştı. Bu alandaki çalışmaları düzenlemekle görevlendirilen PWA (Public Works Administration) 1933-1942 yılları arasında toplam 13,2 milyar dolarlık kaynak kullanarak yeni iş alanlarının açılmasına katkıda bulundu. PWA aracılığıyla, söz konusu dönemde; 122 bin konut, 664 bin mil yol, 77 bin köprü ve 285 havaalanı inşa edildi. Devlet tarafından planlanan kamu yatırımları birbiri peşi sıra uygulamaya sokuldu. Başkan Roosevelt ağaçlandırma, su baskınlarının önlenmesi ve toprağın korunması gibi kamusal projeleri yürürlüğü koyarak, 1933 yılı içerisinde 300 bin kişinin işe alınmasını sağladı ve Kuzey Dakota’dan Texas’a kadar uzanan 200 milyonluk bir ağaç kuşağı meydana getirdi.
Keynes, ekonomide çarkların yeniden dönebilmesi için işsiz kalan insanlara yeni iş sahaları yaratılmasını, devletin sosyal amaçlı altyapı projelerine ağırlık vermesi gerektiğini öneriyordu. Fikir babalığını Keynes’in yaptığı Keynesyen İktisat Politikası, Başkan Roosevelt tarafından harfiyen uygulandı. Sonuçta; 1933-45 yılları arasında uygulanan ekonomi politikasının etkisiyle ABD Büyük Buhran’ın olumsuz etkilerinden kurtuldu.
Krizden çıkış için Keynes tarafından önerilen bu yöntemi krizden etkilenen hemen her ülke kendine göre uyarladı. İngiltere, ekonomisini durgunluktan çıkarmak için inşaat sektörünü canlandırma yoluna gitti. Ev sahiplerine hibe şeklinde paralar verilip eski binaların yıkılarak yeniden inşa edilmesi teşvik edildi. Almanya ülke genelinde otoban yapımına ve silah endüstrisini geliştirecek yatırımlara ağırlık verirken, diğer birçok ülke de demiryolu, yol ve baraj gibi kamu yatırımlarını arttırma cihetine gitti. Aynı dönemde Türkiye’de de benzer bir iktisat politikası uygulandı ve “devletçilik” ilkesi doğrultusunda devlet tarafından birçok sanayi tesisi, demiryolu ve yol inşaatlarına başlanıldı.
Keynes’in tavsiyeleri doğrultusunda devlet harcamalarının arttırılması ve açık bütçe politikası izlenmesi, kriz dönemlerinde işsizliği azaltmış ve hızlı bir üretim artışına imkân sağlamıştı. Ancak, “işsizlik” yaşanılan hemen her durumda devlet harcamalarının arttırılması ve açık bütçe politikasıyla piyasaya daha fazla para sürülmesi, sonraki yıllarda neredeyse her ülkede enflasyonist baskıları arttırdı. Bazı ülkelerde 1960’lı yıllar boyunca çift haneli, 70’li yıllarda ise üç haneli enflasyon görülmeye başlandı.
İşte bu aşamada devreye Milton Friedman öncülüğündeki bir grup iktisatçı girdi. Kendilerini “Monetaristler” olarak tanımlayan bu iktisatçılara göre;
Para miktarındaki değişmeler, ekonominin işleyişinden öte, hükümetlerin ve merkez bankalarının vereceği kararlara göre belirlenir.
(Halbuki Keynes bunun tam tersini söylüyor ve ülkedeki para, faiz ve fiyat düzeyinin kambiyo kurlarına göre değil, “milli ekonominin ihtiyaçlarına göre” düzenlenmesi gerektiği savunuyordu).
İşsizlik, esas olarak enflasyonun sebep olduğu bir olgudur. İşsizlikle mücadele edebilmek için esas olarak “enflasyonun” beli kırılmalıdır.
Enflasyon, parasal bir olaydır. Para arzındaki artışlar, nominal gelirleri arttırmak suretiyle enflasyonist baskıları arttırır. Para arzını azaltmak ise nominal gelirleri azaltacağı için enflasyonun düşmesine neden olur.
Para sadece bir mübadele aracıdır. Bu nedenle, para arzındaki artış, toplam nominal talebi arttırmakta ve ekonomi tam istihdamda varsayıldığından fiyatlar yükselmektedir.
Faiz paranın değil, kredinin fiyatıdır. O halde faiz haddi, paranın arz ve talebini değil, kredinin arz ve talebini dengeleyecektir.
Bugün Türkiye’de Merkez Bankası yetkilileri ağız birliği etmişçesine aynen bu şekilde hareket ediyor. Onlara göre Merkez Bankası’nın tek bir görevi vardır ki o da; enflasyonla mücadele. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başbakanlık günlerinden beri ısrarla dile getirdiği “faizlerin indirilmesi gerektiği” hususuna Merkez Bankası yetkililerinin uymamasının nedeni enflasyonun tamamen para arzından kaynaklandığına yönelik “monetarist” görüştür.
Ortada iki iktisatçı ve birbirinden farklı iki iktisat politikası var. Bunlardan biri görüşleriyle başta Amerika olmak üzere Büyük Dünya Bunalımı’ndan etkilenen hemen her ülkeyi düzlüğe çıkaran Keynes, diğeri ise “faiz oranlarının, paranın arz ve talebine göre değil de, kredinin arz ve talebine göre oluşacağını” savunan ve uygulandığı ülkelerde kısır döngüye sebep olan Friedman.
Enflasyonun temel nedeni olarak “yüksek para arzını” öngören moneratist anlayış, “üretim” unsurunu tamamen göz ardı etmektedir. Halbuki iktisattan zerre kadar anlamayan insanlar bile çok iyi bilir ki, herhangi bir malın arzı piyasadaki talebi karşılayacak düzeyde değilse o malın fiyatı doğal olarak yükselir. Diğer tüm mallar için de aynı şey geçerli olursa “fiyatlar genel seviyesi” yükselir ki, böyle bir durumda bizim “enflasyon” dediğimiz olay ortaya çıkar.
Üretim olmayan veya üretimin yetersiz olduğu bir ekonomide insanların taleplerini sadece faiz oranlarını aşağı ve yukarı hareket ettirerek dengeleyebilmek nasıl mümkün olacaktır ki?
Faiz oranlarının yükseltilmesi belki lüks mal talebini kırmak için bir araç olarak kullanılabilir. Peki mübrem mallara olan talep nasıl dengelenecektir? Faiz oranlarını ne kadar yükseltirseniz yükseltin insanlar zorunlu tüketim mallarını talep etmeye devam edeceklerdir.
Ekonomide ipleri hükümetlerin eline veren Keynes’in “müdahaleci” iktisat politikasına karşılık, tüm yetkiyi Merkez Bankası başkanlarının eline veren ve “vesayetçi” bir görünüm arz eden Friedman’ın moneratist öğretisi tam da Türkiye’ye uygun bir sistem.
Böyle bir gücü kim kaybetmek ister ki?
Türkiye’de maalesef tüm gücünü Anayasa’dan alan vesayet kurumlarının etkisini kırmak hiç de kolay bir iş değil. Bunların birçoğuyla mücadele halen aktif şekilde devam ediyor.
Merkez Bankası yetkililerinin “yüksek faiz” tercihine yönelik isteklerini gördükten sonra, bu kurumun yeni bir vesayet müessesesi haline dönüştüğünü söylemek hiç de yanlış olmaz.
Yüksek faizin Türk ekonomisine verdiği zararlar, yatırım, üretim, ihracat, istihdam, servet ve zenginliğe olan olumsuz etkileri, Friedman’ın monetarist iktisat politikasıyla nasıl izah edilebilir ki? MB yetkilileri bence şöyle cevap vereceklerdir; “Faizi düşürürsek enflasyon patlar”.
Osmanlı Devleti’nin mali otoriteleri bu tarz kişilerden oluşsaydı 623 yıllık devlet herhalde altı senede tarihe karışır giderdi. Adamlar ne merkantilizmi biliyordu ne de liberalizmi. Keynes ve Friedman ise zaten henüz doğmamıştı. Peki Osmanlı’nın ekonomi politikası nasıl bir özellik arz ediyordu? Bunu merak edenler için dört kelimelik bir cümle her şeyi izah edecektir; “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın”.
Osmanlı Devleti’nin sosyal, siyasal, hukuksal ve ekonomik yaşantısı hep bu temel ilke üzerinde yapılandırılmıştır. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” ilkesi Osmanlı devlet mekanizmasında görev yapan her bürokratın temel “nirengi” noktasını oluşturmaktadır. Padişah diyor ki “öyle bir karar alalım ki sonradan dönüşü olmasın, tükürdüğümüzü yalamayalım”, hukuk adamı diyor ki “öyle bir ceza koyalım ki uygulanabilir olsun”, maliyeci diyor ki “öyle bir vergi koyalım ki ödenebilir olsun”, bir vakıf kurucusu diyor ki “öyle bir vakıf kuralım ki asırlar boyu insanlara hizmet etsin, sürekli daim olsun”.
Osmanlı devlet düzeninde “insan”ın dikkate alınmadığı hiçbir uygulama bulamazsınız. Çünkü insan, devlet idarecilerine Allah’ın birer emanetidir. Osmanlının yaklaşık dört asır boyunca uyguladığı ve “Provizyonist” özellik arz eden iktisat politikası da “insanı” esas almıştır. Bu iktisat politikasına göre ülke de üretilen her türlü mal ve hizmet öncelikle ülke halkının kullanımına sunulacaktır. Örneğin ülkede 2 milyon ton pamuk üretiliyorsa ve Osmanlı loncaları ile vatandaşların pamuk ihtiyaçları da 2 milyon ton düzeyinde ise o yıl üretilen pamuk hiçbir şekilde ihracata konu edilemez. Eğer talep 1,5 milyon ton ise, böyle bir durumda fazla üretilen 500 bin ton pamuk yurt dışına ihraç edilebilirdi. Osmanlı, hemen her türlü mal ve üründe bu politikayı asırlar boyu büyük bir titizlikle uygulamıştır. Aksi bir uygulamanın ülke içinde mal sıkıntısına ve kıtlığa yol açacağını, bu durumun fiyatlar genel seviyesini yükselteceğini çok iyi biliyorlardı.
Provizyonist ekonomi politikası Osmanlı’da yaklaşık 450 yıl boyunca enflasyonun çok düşük düzeyde yaşanmasına, fiyatlar genel seviyesinin fazla yükselmemesine ve halkın refah seviyesinin stabil kalmasına imkân sağlamıştır. Ne zamana kadar? Baltalimanı Ticaret Anlaşması’nın imzalandığı 1838 yılına kadar. İşte bu nedenledir ki Osmanlı ekonomi tarihinde enflasyon, dört buçuk beş asır boyunca toplamda % 300 oranında arttığı halde, 80 yıllık Cumhuriyet tarihinde % 100 milyon olarak gerçekleşmiştir.
Kapalıçarşı esnafının çok önemli bir özelliği vardır. Bunu çoğu kimse bilmez. Bu piyasada iş yapan, para kazanan hemen herkes müthiş bir “koku alma” yeteneğine sahiptir. Koku derken, Kapalıçarşı’nın kendine has otantik kokusunu değil, piyasanın o gün hangi yöne doğru hareket edeceğini sezinleyen koku yeteneğinden bahsediyorum. O gün döviz inecek veya çıkacak mı, ya da altın talebi artacak veya azalacak mı, ya da deri ceket veya çanta satışları için hareketli bir gün olacak mı olmayacak mı? sorularına esnafın kendisinden başka hiç kimse daha doğru cevap veremez.
Paranın patronluğunu yapıp piyasayı bu kadar kötü koklayan, iktisat kitaplarından edindiği derin! bilgilerle koca bir ülkenin Merkez Bankası’nı idare etmeye çalışan tırışkadan bürokratların yanında ne Keynes’in ne de Friedman’ın esâmesi bile okunmaz değil mi?
Peki Türkiye özelinde biz kimi örnek alacağız?
Devletin gereken durumlarda ekonomiye kaynak aktarabilmesine ve istihdam yaratmasına olanak tanıyan Keynesyen iktisat politikalarına mı ağırlık vereceğiz, yoksa bütün yükü Merkez Bankası’nın sırtına yükleyip “yatırım, istihdam bunlar boş işler, varsa yoksa enflasyonla mücadele” diyen moneterist politikaları mı tercih edeceğiz?
Gerek Keynes gerekse Friedman tarafından ortaya atılan iktisadi politikaların başarılı olup olmayacağı hususunda “zaman ve mekân” faktörünün göz ardı edilmemesi gerekir. Bir dönem başarılı olan bir uygulama, başka bir zaman diliminde veya başka bir coğrafyada başarılı sonuçlar vermeyebilir. İletişim olanaklarının had safhaya çıktığı günümüz küresel dünyasında ne tek başına müdahaleci, ne de tek başına moneter uygulamalarla başarı elde edebilmek mümkün değildir. Para ve maliye politikalarının senkronize bir şekilde uygulanması mutlak bir zorunluluktur.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hemen her ortamda dile getirdiği “yüksek faiz” vurgusu Türkiye’de faaliyet gösteren iş adamı ve sanayicilerin ortak sorunudur. Tabii bu ülkede yaşayan ve kredi kartıyla harcama yapan her vatandaşın da. Yüzde 18-20’lere dayanan kredi faiz oranlarıyla yatırım ve harcama yapmak gerçekten büyük bir cesaret gerektirmektedir.
Bazı kişiler Merkez Bankası’nın uyguladığı faiz politikasının oldukça doğru olduğunu, faizlerin düşürülmesi durumunda yabancı sermayenin Türkiye’yi terk edeceğini, bu nedenle faizlerin düşürülmesinin ilk başlarda ekonomide olumlu etki yaratsa da sonrasında yabancı sermaye çıkışından dolayı azalan kredi hacminin faiz oranlarını tekrardan yukarı çekeceğini iddia etmektedir. Monetaristlerin izah ettikleri şeyde zaten bire bir bu değil midir? Çünkü Monetaristlere göre faiz oranları paranın arz ve talebine göre değil, kredinin arz ve talebine göre oluşur. Öyleyse, para arzını artırarak faizi düşürmek ve bu yolla yatırımları uyarmak mümkün değildir. Bu amaçla piyasaya verilen ilave para, kısa dönemde fiyatları etkilemeyip üretimi artırsa da, uzun dönemde sadece enflasyona neden olup, üretimi arttırmaz.
Evet olaya bu cepheden bakıldığında bu “iddia” inandırıcı gibi gelmekte ve Merkez Bankası’nın yaptıkları doğru gibi görülmektedir. Bazı kişiler ise olaya sadece siyasi açıdan yaklaşıp Erdoğan düşmanlığı üzerinden Merkez Bankası’nı koruma ve kollama görevini üstlenmektedir.
Peki yeni yatırımların yapılması, ilave istihdam olanaklarının yaratılması ve ihracatın arttırılması yüksek faizlerle nasıl olacaktır? Bazı kişilerin bu soruya da cevabı hazır. Diyorlar ki “Efendim hükümet Merkez Bankası’na müdahale etmesin, Merkez Bankası enflasyon konusunda oldukça başarılı bir politika izliyor, eğer Merkez Bankası’na müdahale edilirse her şey alt üst olur, Hükümet faizleri düşürmek istiyorsa yatırımcılara belli bir teşvik ve sübvansiyon uygulasın, neticede bu da aynı kapıya çıkar”. Bu kişilere göre örneğin; faiz oranlarının Hükümet tarafından %4’lere inmesi arzu ediliyorsa ve Merkez Bankası’nın Gösterge Faiz Oranı da %7 ise, yatırım amacıyla kredi kullanan kişilere devlet tarafından %3 oranında teşvik primi verilmesi gerekiyormuş. Böylelikle faiz oranları Merkez Bankası’nın indirim yapmasına gerek kalmaksızın %4’e düşmüş olurmuş.
Fakat gerek Hükümet cephesinin gerekse Sayın Cumhurbaşkanı’nın karşı çıktığı ve feryat ettiği olay sadece yüksek faiz olayı değildir ki. Öncelikle Merkez Bankası’nın yüksek faiz politikasından dolayı devlet iç borçlanma senetlerine şu an için dünyada en yüksek faiz ödemesi yapan ülkelerden birisi Türkiye Cumhuriyeti Hazinesi’dir. Gezi olaylarının hemen öncesinde faiz oranları Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hiç olmadığı kadar düşük bir seviyeye gerilemiş ve yüzde 4,61 düzeyini görmüştü.
Gezi Olayları Türkiye’deki olumlu havayı birdenbire tersine çevirmiş, artan siyasi ve politik riskin etkisiyle faiz oranları hızla yükselmeye başlayarak ilk aşamada %8’lere, sonrasında ise 17/25 Aralık Yargı Darbesi ile birlikte %12’lere fırlamıştı. Yaklaşık yüzde 7,5 oranında artış kaydeden faiz oranlarının sadece kamu iç borç stok rakamı dikkate alındığında 1,5 yıllık bir zaman süresi içerisinde Türk Hazinesi’ne getirdiği ek maliyet rakamı 49 milyar TL olup, bu da o günkü kurlarla yaklaşık 23 milyar dolara karşılık geliyordu.
Peki bu 49 milyar TL ya da diğer bir ifadeyle 23 milyar dolar ne anlama geliyor?
Merkez Bankası’nın uyguladığı yüksek faiz politikasından dolayı Devlet Hazinesi’nden çıkan bu parayla neler yapılmazdı ki. Örneğin Beştepe’deki Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın toplam maliyeti 1 milyar 350 milyon lira. Bu sarayın aynısından sadece Ankara’ya değil Türkiye’nin 39 iline birer tane daha yapabilirdik. Maliyeti 4,5 milyar TL olan Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nden 11 tane daha inşa edebilirdik. Ankara ile İstanbul arasındaki Hızlı Tren’in maliyeti 7,2 milyar TL olduğuna göre aynı hattan 7 tane daha yapabilirdik. Asya ve Avrupa kıtalarını denizin altından birbirine bağlayan ve Türkiye’nin medarı iftiharı Marmaray Projesi’nin maliyeti ise sadece 8 milyar TL. Rantiyecilerin cebine giren parayla Boğaz’ın altına 6 tane Marmaray daha yapabilirdik.
1980’li yılların ortalarında babam bana “rüşvet” hakkında kulağıma küpe olacak önemli açıklamalarda bulundu. Ve bir gün beni karşısına alarak dedi ki; “Oğlum rüşvet iki türlüdür. Birincisi basit rüşvettir, herhangi bir kişiye parayı verirsin işini yaptırırsın. Diğeri ise organize ve toplumsal rüşvettir. Birincisinin cezası çok ağırdır ve günahtır. Herhangi bir kamu görevlisine bir lira bile rüşvet verilse, rüşveti veren de alan da yargılanır ve cezaevine girer. Organize ve toplumsal rüşvet ise asla suç değildir.”
Şaşırdım ve “O nasıl oluyor baba?” dedim. Anlattı; “Hani Demirel gibi Ecevit gibi siyasiler çıkıp meydanlarda arpanın buğdayın, fındık fıstığın taban fiyatına zam yapacağız diyerek millete bol kepçeden para dağıtıyorlar ya, işte bu organize ve toplumsal rüşvet sınıfına girer ve hiçbir cezası yoktur. Çünkü tek bir kişiye gizli saklı değil, toplumun bir kesimine veya geneline aleni bir şekilde dağıtılmıştır, bunun cezası olmaz” dedi.
Evet bugün Merkez Bankası ve Para Piyasası Kurulu’nun faizleri yüksek tutmak suretiyle rantiyeci sınıfına (daha doğru bir ifadeyle kan emici sülükler sınıfına) plase ettiği para, babamın tarif ettiği “Organize ve toplumsal rüşvet”in birebir aynısıdır. 77 milyon Türk vatandaşından toplanan vergi gelirlerinin 23 milyar dolarlık kısmı toru topu 1000 kişiye toplumsal rüşvet bağlamında dağıtılmakta ve zenginler daha da zenginleştirilmektedir.
1990’lı yılların ilk çeyreğinden AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılına kadar, maaş ödemelerini yapmakta bile zorlanan Eski Türkiye’yi herkes hatırlar. Devlet gelirlerinin neredeyse yüzde 85’i transfer ödemeleri adı altında “iç ve dış borç” faizlerinin ödemesinde kullanılıyordu. O yıllarda Hazine Bonosu alan kişilerin sayısı yaklaşık bir buçuk milyon kişiydi. Yüzde 60-65 gibi çok yüksek faiz oranlarıyla temin edilen borçlara karşılık devlet hazinesinden yaklaşık 50 milyar dolar para rantiyeci sınıfına aktarılıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin en bunalımlı dönemlerinde ödenen 50 milyar dolar paranın %10’luk kısmını yaklaşık 1 milyon 499 bin kişi paylaşırken, %90’lık kısmını ise sadece “bin” kişiden oluşan Türkiye’nin elitleri bölüşüyordu. Yine o dönemin nüfusunu göz önüne alırsak 65 milyon kişinin devlete ödediği vergilerin yaklaşık 45 milyar dolarlık kısmı 1000 kişiye “toplumsal rüşvet” olarak dağıtılıyordu. Kendilerine ulufe dağıtılan ve “Beyaz Türkler” olarak bilinen bu elitler grubu, o dönemin beceriksiz, çapsız, hırsız ve ahlâksız politikacı ve idarecilerini yere göğe sığdıramıyor, bu kişiler hakkında “başarı” belgeselleri hazırlatıyorlardı.
Devletin ihtiyaç gördüğünde “makûl” bir faiz mukabilinde borçlanmasından daha doğal bir şey olamaz. Dünyanın diğer ülkeleri ortalama % 1,5-2,0 faiz oranıyla borçlanabilirken, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nın faiz oranlarını % 12 -13 seviyelerine yükseltmesi kabul edilebilir bir şey değildir. Bu faiz oranı; kamunun verdiği görev ve yetkileri kötüye kullanma, maddi menfaat sağlama, toplumsal rüşvet verme, bazı kişileri sebepsiz zenginleştirme “suç ve faaliyeti”nden başka bir şey değildir.
Hayatında iki tane limon alıp satmamış, reel ekonomiden bi-haber kişilerin idare ettiği Merkez Bankası’ndan başka bir şey beklenebilir mi?
Ben bilmiyorum, bilenler bilmeyenlere anlatsın…
Bu arada Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) verilerinden derlenen bilgilere göre, bankaların geçen yılki net karı 2016’ya kıyasla yüzde 30,9 artarak 49,1 milyar lira ile tüm zamanların en yüksek seviyesine ulaştı.
Bu 49 milyar TL kimin cebinden çıktı? Tabi ki 85 milyon Türk halkının cebinden.
Kimin cebine girdi? Toru topu 47 tane bankanın cebine.
MB çift ağızlı testere gibi hem giderken hem gelirken paraları tırtıklayıp kopartıyor. Hem Devlet Hazinesi’nin yüksek faizle borçlanmasına yol açarak yılda yaklaşık olarak 25 Milyar Doların buharlaşmasına, hem de Türk halkının yüksek faizlerle borçlanmasından dolayı 49 milyar TL paranın bankaların cebine girmesine sebebiyet veriyor.
Yılda yaklaşık 150 Milyar TL paranın haksız ve yersiz bir şekilde bilerek ve isteyerek birilerinin cebine konulmasına imkan sağlamak hiç bir şeyle izah edilemez.
Merkez Bankası yetkililerini bilmem tanımam. Ancak bu ülkeye yaptıkları vatan hainliğinden başka bir şey değildir. Kamu kaynaklarının örtülü şekilde aktarımıdır. Halkın birikimlerini gizlice gasp edip, çıkar ve menfaat gruplarına aktarmaktır.
Daha nasıl izah edeyim?
Merkez Bankası yetkilileri kıçına kına yakabilir…
Dr. Mehmet Hakan SAĞLAM
FACEBOOK YORUMLAR