Mücahit Demir

Mücahit Demir

Genç Yazar
[email protected]

[ Ne Yapacağım - VIII ] ?

07 Mayıs 2020 - 00:29 - Güncelleme: 07 Mayıs 2020 - 02:48

Sorumluluklarının bilincinde, fıtratına yabancılaşmamış, kendini tanıyan, sınırlarını ve haddini bilen, erdemlerle muttasıf, nefsini her türlü şirkten ve kötülükten arındırmış hakikat yolcusunun bilinç düzeyi yükseldikçe kendisini daha çok şeyden mes’ul tutacak; empati yapacak daha çok insanın aydınlanması ve doğru yolu bulması için elinden tutulması gerektiğini hissedecek ve bir kandil olup etrafına ışık saçacak ve yardıma muhtaçlara hiç çekinmeden elini uzatacaktır. Bu bir vakıf çatısı altında, bir dernek adı altında, gönüllü bir faaliyet olarak açığa çıkıp kendini gösterebilir. Dehâlar insanlığın çektiği acılardan kendisini sorumlu tuttuğu ve çareler arayacak kadar bu tür meseleleri kendilerine dert edindikleri ve kötülüğü önleyici çözüm yolları geliştirdikleri için dehâdırlar.

Herkesin kendisini düşünmekten başka bir çare bulamadığı, kapitalizmin geçer akçe olarak hüküm sürdüğü çağımızda kendinden başkasını düşünen eksiklik veya aptallık ile itham edilse de hakikat alınıp satılamayacağı ve para ile yer değiştiremeyeceğine göre zararda olan ‘tin’den öte ‘materyalizmi’ ya da pozitivizmi kutsayan değer dilencileri olacaktır. Çünkü değeri zatında bulamayan insanın eşyada, zenginlikte, parada pulda, nesepte, makamda mevkide, gösterişte aramasından daha doğal bir şey olamaz. Egoları ve arzuları insanları esir almış dört nala koştururken büyük velilerden olan Hacı Bayramı Veli(ks) ne güzel söylemiş: “Kibir bele bağlanmış taş gibidir onunla ne uçulur ne de yüzülür.” Samimi dindar bir Hristiyan aile ortamında yetişen filozof Kierkegaard ne yapacağını bulmak için Sokrates’in izinde yepyeni bir felsefe geleneği kurarken yola nasıl çıktığını bu anlam arayışını günlüklerinde şöyle ifade edecektir: “Gerçekten açıklığa kavuşturmaya ihtiyacım olan şey; bütün eylemlerin öncesinde mutlaka bilginin gelmesinin gerekmesi hariç, neyi bilmem gerektiği değil, ne yapacağım? Bu kendi kaderimi anlama, Tanrı’nın benim gerçekte ne yapmamı istediğini bilme sorunudur.

Söz konusu olan bir hakikat bulmak; ama benim için olan hakikati bulmak, uğrunda yaşamayı ve ölmeyi arzulayacağım fikri bulmaktır.” ( Soren Kierkegaard, Günlüklerden ve Makalelerden Seçmeler, Çev. İbrahim Kapaklıkaya, Anka Yayınları, İstanbul 2005, s. 50) Yunan ahlâk düşüncesinin de benzer bir şekilde iki temel sorusu bulunmaktadır: “İyi hayat nedir?” ve “Nasıl yaşamalıyım?” Bu soruların cevabını oluşturan sınırlar dâhilinde iyi kavramı, özsel olarak ancak Polis’in kendinde bulunur. İyi, belli bir mekân ve onun siyasal örgütlenmesiyle ilişkili olarak tanımlanır. Bu nedenle Yunan etiğinde bilmenin kendisi erdemin çerçevesini oluşturmaktadır. Bilme kemâle ulaşmanın yoludur. Müslüman tecrübesinde tasavvuf da bilmenin aracını ve içeriğini değiştirerek kısmen benzer bir şeyi hikmeti ifade eder. İnsanın ne yapacağını bilmesinden çok neleri yapmayacağını da bilmesi nerede konuşup nerede susacağını bilmesi de büyük bir iştir. Böyle biri, bu ölçüler ışığında doğal kaynakları israf etmeyeceği, doğaya ve canlılara karşı saygı duyacağı gibi, herhangi bir hakkın karanlıkta kalmasına da asla müsaade etmeyecektir.

Akıl insana nereye gideceğini, nasıl davranacağını öğretir ve onu hem kendi zaaflarının hem de talihin kurbanı olmaktan kurtarır. Sorun şudur ki, istediği şeyi nasıl istemeye başladığını bilen insanların sayısı çok azdır. İnsanların çoğu akılla değil, içgüdüyle hareket etmekte, iradesini hiç kullanmayıp kendini oluruna bırakmakta ve bunun doğal sonucu olarak bir girdaba sürüklendiğinde, “Ben buraya nasıl geldim diye sormaktadır?” Oysa bilgelik yolunda ilerleyen akıllı bir insanın yapması gerekenleri döneminde meşhur bir avukat olan stoacı filozof Seneca şöyle tarif edecektir: “Kendini mükemmel gören insan gelişemez ve değişemez. Bilge, aşırılıklardan uzak kalır ve ölçülü davranır, yemede içmede ve her türlü zevk hususunda. Şan şeref peşinde koşmaz, özgürlük, doğruluk, dürüstlük, kararlılık, güven, gerçeklik, samimiyet, yetkinlik ve çalışkanlık onun taşıdığı vasıflardır hep. Örnek insan hiç duraksamadan her güzel girişime atılacaktır. Ne acı çekeceğini değil ne yapacağını göz önünde tutar hep; üzerine aldığı şerefli göreve bir örnek insana iman eder gibi iman edecektir. Bütün erdemler aklın birer belirtisidir; doğruysalar akıldırlar, doğruysalar birbirine eşittirler. Erdem bağrına bastığı her şeyi birbirine eşit kılar.

Akıl neyse eylemler de odur. O halde bütün eylemler de birbirine eşittir çünkü hepsi akla benzer olduklarından birbirlerine de benzerler. Akıl olmadan iyi gerçekten iyi olamaz; akıl da doğanın peşinden gider. “Peki nedir bu akıl?” Doğanın taklididir. “Peki insanın en büyük iyisi nedir?” Doğa’nın isteklerine göre davranmak. Akla göre bütün iyi ruhtadır. Tanrı evrende neyse, ruh da insanın içinde o’dur. Tanrı için madde neyse, bedenimiz de bizim için o’dur. İnsanın erdemleri akılla değerlendirilir. Akıl ve her iyi tanrısaldır. Tanrısal şeyler arasında hiçbir fark olmadığı gibi iyi’ler arasında da yoktur. Bilge, insan türüyle paylaşmadığı hiçbir şeyi kendi malı saymaz. Felsefe özellikle şunu gösterir: Minnettar olmayı ve minnet borcunu ödemeyi. Tanrılar hoşgörülüdür, kıskanç değildir: Yükselenleri de kabul ederler katlarına, uzatırlar onlara ellerini. İnsanın Tanrı katına çıkmasına şaşıyor musun? Tanrı insana gelir; aslında daha büyük bir yakınlıktır bu, insanın içine iner. Tanrı olmadan bilgelik olmaz. İnsanın bedenine tanrısal tohumlar serpilmiştir, bunlar iyi bir ekiciye düşerse, geldikleri kökene benzer, çıktıkları yere eşit sürgünler boy verir. Kötü bir ekiciye düşerse de tıpkı çorak, bataklık topraklar gibi öldürür tohumu, ürün yerine yoz otlar biter. Bilgili insanların tek bir günü bilgisizlerin koskoca ömründen daha uzundur. Bütün onurlu şeylerin tohumu ruhta bulunur. En yüce iyi’nin yeri neresi diye mi soruyorsun? Ruhtur o yer. Ruh tertemiz, kutsal değilse, Tanrı o ruhun içine girmez ki! Şerefli olandan başkası iyi değildir.

Erdemin şerefli yaptığı her sıkıntı, haklı olarak ‘iyi’ adını alır. Birçokları sanıyor ki, insan koşullarıyla bağdaşmayacak kadar çok şey vaat ediyoruz. Haksız da değil bu, çünkü onlar sadece bedenlerini göz önüne alıyorlar. Ruhlarına dönsünler! İşte o zaman insanı Tanrı ile ölçeceklerdir. Ruhlarımız gerçekleri görmemize engel olacak kadar karanlıktır. Bütün hayatı ilgilendiren kanıları aşılamalıyız insan ruhuna, işte ben buna prensip diyorum. Yaşadığımız hiçbir şey tesadüf değil, bir sonuçtur. Olan her şey evrenin genel iyiliği için olur. Erdeme, yanılgılarımıza savaş ilan ettiğimiz zaman erişebiliriz.

Erdemleri öğrenmek kusurlardan kurtulmaktır. Uğrunda büyük fedakarlıklar göstermeden yeteri kadar çalışıp çabalamadan bilge olunamaz. İnsanın inancı neyse davranışları ve düşünceleri de odur; bunlar neyse yaşamı da odur. Beden acısız olmalıdır, ruh da rahatsız olmamalıdır. Nasıl açık, berrak, bir gök pırıl pırıl bir aydınlığa erişinceye dek temizlenince daha da parlak olamazsa, bedenine ve ruhuna iyi bakan, her ikisinden kendine mutluluk nedeni yaratan kişinin durumu, yüreğinde bir yangın, bedeninde bir acı yoksa doğal olarak mükemmeldir, dileklerinin doruğuna erişmiştir.
İnsan yaratılışının en büyük mutluluğu bedenle ruhun barışından başka nedir ki?”
(Seneca, Ahlâki Mektuplar)
Spinoza’ya göre ise Kutsal Kitap, tabii aklın zıddına hiçbir şey öğretmez. Yani, Kutsal Kitaplar anlamsız şeyler içermezler. Dolayısıyla, Kur’an ve Talmud gibi Kutsal Kitaplarda tabii aklın ışığıyla çelişen hiçbir şey bulunmaz. (Spinoza, P.C.P, 169) Spinoza, benzer şekilde, tabiat kanunu ile Tanrısal Kanunu da aynı görür. Ona göre, tabiatta var olan kanunlar, Tanrı’nın kanunlarından başka bir şey değildir. Zira, “Tabiat kanunları Tabii Aklın Işığıyla vahyedilen (revealed) Tanrı’nın emirleridir. Dolayısıyla, Tanrı’nın insanlara yalnızca vahiyle değil, aynı zamanda tabii aklın ışığıyla vahyetmesinden ötürü tabii akılda da Tanrı’dan olan İlahi bir yön vardır. Bu sebeple tabii akıl ile Tanrısal emirler birbiriyle daima uyumludur. Yani akıl ve din hiçbir zaman ve hiçbir şekilde birbiriyle çelişmez.

Fakat ona göre dinle felsefenin alanları birbirinden farklıdır. Çünkü, vahyedilmiş bilginin konusu, sadece itaati teşkil etmektedir. Bu nedenle bu bilginin doğal bilgilerden gerek konusu gerekse temelleri ve araçları bakımından tamamen farklıdır ve ortak hiçbir şeye sahip değildir. Onun özenle ifade etmeye çalıştığı gibi, bu ikisi iki ayrı alandır. Şayet bu hususa dikkat edilmez ise ve biri diğerine uydurulmaya çalışılırsa, aklın veya Kutsal Kitabın ikisinden birisinin tahrifi söz konusu olacaktır.

Genel bir ifadeyle Spinoza, dinle felsefenin aynı şey olmayıp, ikisinin de ayrı yöntem ve metotlarla çalıştığını, ancak ortak bir amacı öğrettiğini belirtir ve ona göre Kutsal Kitabın açık olarak öğrettiği şey de akılla uyum halinde olmayan veya ona aykırı düşen hiçbir şey yoktur. (Spinoza, T.P.T., s. 9, 193, 195.) Ona göre, imanın aktif bir yönü de vardır. İman bilmeyi ve eylemi içermektedir.  “En iyi nedenlere sahip olan, en iyi inanca sahip değildir; en iyi inanca sahip olan, adalet ve sevgi yönünden en iyi davranışlarda bulunandır” (Spinoza, T.P.T., s.188) Vahyin veya dinin, akıldan veya felsefeden ayrıldığı en önemli nokta; felsefenin ve aklın daha fazla teoriye dayanması, dinin veya vahyin ise, daha ziyade pratiğe dayanmasıdır. Ancak, ikisi de ortak amaçta birleşmektedir. O da doğru hayat, erdemli ve yetkin bireylerin oluşmasıdır.

"Yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed(sav) de pek çok bakımdan ihtilafa düşmüş ve çözülmüş olan insanlığı yeniden toparlamak, aslî fıtratına döndürmek, onları hidâyete yöneltmek, doğru inanç ve davranış ilkelerinde birleşmiş “bir tek ümmet” haline getirmek için çalışmıştır. Kur’ân’ın çağrısı, insanoğlunun özündeki iyiliği koruma, kötülüğü bertaraf etme, aslî fıtrata dönme çağrısıdır. Zaten Kur’ân’da geçen mâ’ruf; bozulmamış fıtrat, olumsuz bir şekilde şartlanmamış akıl, dinin temel amacı ve nasları çerçevesinde oluşan, gelişen ve gerektiğinde değişen değerler, kurallar, telakkîler, kabuller ve geleneklerdir." (H. Karaman, Kur’an Yolu, Shf. 1/224-249) Fıtrat, hakkı kabul etme ve algılama kabiliyetidir. Fıtrat ve onun aktif hali olan vicdanın normal tezahürü îmandır. Allah, mü’minin îmanıyla onun aklını inşâ eder ki, bu fıtrata uygun bir yapılanmadır. Allah hakikat yolcularının devamlı yardımcısı olduğunu âyette ifade buyurmaktadır; “Ama bizim uğrumuzda cihât edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki, Allah iyi davrananlarla beraberdir.”(Ankebût, 29/69)

Leibniz’de imanın akıl gibi ilahi bir hediye olduğunu dolayısıyla akıl ile imanın çatışmayacağı düşüncesindedir. Ona göre akılla imanın savaş halinde olduğunu söylemek Tanrı’yı kendi kendisiyle savaştırmaya kalkışmaktır. O halde, bu bilgiler ışığında aşağıdaki ayetlerin rehberliğinde sarp yokuşu göğüslenme vaktidir: “Kesin olarak inananlar için, yeryüzünde ve kendi nefislerinde nice ibretler vardır. Hiç görmüyor musunuz? “(Zariyat, 20-21) “Namazı dosdoğru kıl. Çünkü namaz insanı bütün kötülüklerden korur.” (Ankebut,45) “Sen kötülüğü en güzel olan hareketle sav. O vakit bakarsın ki, seninle arasında bir düşmanlık bulunan, yakın bir dost oluvermiş.” (Fussilet,34) “Müminler ancak kardeştirler. Onun için kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurat,10) “İman, belirsiz olan bir şeyin kuramsal açıdan onaylanması değildir, sıradan tecrübeyi aşan bir şeyin varoluş açısından kabulüdür. İman bir görüş değil, haldir. Var olan her şeyi aşan ve var olan her şeyin dahil olduğu varlığın kudretine kapılmak, tutulmaktır. Bu kudrete tutulan, kapılan kişi, kendisini onaylayabilir çünkü bizzat – varlığın kudreti tarafından onaylandığını bilir. Bu noktada mistik tecrübe ve kişisel karşılaşma aynıdır. Her ikisinde de iman, varolma cesaretinin temelidir. Yokluk (Tanrı’nın kendisini onaylamasını dinamik kılan yokluk), o ilahi tecridin kilidini çözer ve onu kudret ve aşk olarak açığa çıkartır. Yokluk, Tanrı’yı yaşayan bir Tanrı kılar. Kendi içinde ve varlığında yenmesi gereken bir “Hayır” olmadan, ilahi olanın kendisine “Evet” demesi cansız, anlamsız olurdu. Varlığın temeli açığa çıkmaz, hayat olmazdı. İlahi olanın kendini onaylaması; sonlu varlığın kendini onaylamasını, var olma cesaretini mümkün kılan kudrettir. Yokluğa rağmen, bizzat-varlığın kendisini onaylaması niteliği sayesinde cesaret mümkün olur. Cesaret, bizzat-varlığın kendisini onaylamasına katılır, yokluğa karşı baskın çıkan varlık gücüne dahil olur. Mistik, kişisel ya da mutlak bir iman ile bu kudrete sahip olan kişi, varolma cesaretinin kaynağının farkındadır.” (Paul Tillich, Var olma Cesareti)
Îmanı oluşturan unsurlar, üç ana başlık altında toplanabilir:

a) Akıl: Varlığı tasdikte aklın çok önemli bir konumu vardır. Bu öneminden dolayıdır ki, Allah aklı olmayan insanı muhatap kabul etmemekte ve ona herhangi bir sorumluluk yüklememektedir. Kur’ân’ın yaklaşık üçte birine yakın bir kısmı, insanın kendi nefsine, biyolojik yapısına, yerlerde ve göklerde olup bitenlere bakmasını, onların üzerinde düşünmesini isteyen âyetlerle doludur. (M. Demirci, Kur’ân’ın Temel Konuları, MÜİF yay. İstanbul, 2003 s. 113.)

b) İrade: “Kişinin herhangi bir fiil ve hareketi isteyerek yapmasını ve yapmamasını emreden güçtür.” Fiillerinde irade sahibi olmayan bir insanın, işlerinin ahlâkî kıymeti yoktur. Onlar için ceza ve mükâfât da söz konusu değildir. İnsanın dünyaya geliş maksadı, imtihandır. (Mülk Sûresi, 67/2) Bundan dolayı insan, söz konusu iradesiyle, fıtrî sermayesini geliştirip, kemale erme imkânını elde edebilir ki bu, Allah Teâlâ’nın insanlara karşı rahmetinin bir ifadesidir. (M. Hamdi Yazır, Shf. 1 / 34 – 36)

c) Fıtrat: “Fıtrat, yaratılışın aldığı ilk şekli, henüz dış tesirlerle etkilenmemiş ve başkalaşıma uğramamış olan var oluşun, ilk saf halini ifade etmektedir.” (Hayatî Hökelekli, Din Psikolojisi, TDV. yay., Ankara, 1996, s. 124) Fıtratı bir terim olarak insanın doğuştan sahip olduğu, Allah’a inanma, bağlanma ve O’na ibadet etme duygusu ve eğilimi şeklinde tarif etmek de mümkündür.
Bunun için fıtrat, kişinin doğuştan getirdiği bir özelliktir ve insanın inancı, değer yargısı, hayata bakış açısı ve dünya görüşü üzerinde etkisi bulunmaktadır. Fıtratı, aklın, davranışların ve dış dünyanın kurumlarından ayrı olarak düşünmek mümkün değildir. Fıtratın, insan davranışları üzerinde belirleyici bir etkisi olmakla birlikte, zorlayıcılığı yoktur. (Muhsin Demirci, s.  118.)

Seneca’nın da asırlar öncesinden harika bir surette çok yerinde tespitiyle insan, ruh ve bedenden müteşekkil özel bir varlıktır. Doğayı anlamayı ve ondan gerekli dersleri çıkararak keder ve üzüntüden kaçmak isteyen insanın kendi fıtrî doğasını araştırmaması zaten düşünülemez. Tasavvuf insanın batınına yani iç dünyasına ışık tutmakta ve kişinin kendini keşfetmesi ve hakikate ulaşması yolunda sadece paha biçilemez bir fonksiyon icra etmekle kalmamış; gerçekten imanı, aklı, kalbi ve vicdanı sıratıl müstakiym üzerinde birleştirmeyi yetiştirdiği kâmil mürşitler eliyle başarabilmiş belki de tek disiplindir. İnsanın tabiatı arzuları istekleri hepsinin kaynağında bu dualitenin farkında olmak ve terazinin kefelerini dengede tutma görevinin sürekli kişinin kendisine düştüğünün farkına vararak hakikate ulaşabileceği gerçeğini her daim göz önünde bulundurulmak gerekir.

Bedenin varlığını koruyabilmesi için nasıl gıdaya ihtiyacı varsa, aynı şekilde ruhun da elemlerden kurtulup kendisine haz verecek zevk ve lezzetlere erişebilmesi için, manevî gıdalara ihtiyacı vardır. İnsana en yüce zevk ve lezzetleri veren şey de sevdiği, önünde eğildiği ve kendisine yöneldiği varlığa ibadet etmektir. Çünkü ibadet veya dua insanın varlığını kendi varlığında yok saydığı, korkularını yenip, ümitlerini filizlendirdiği gizemli manevi bir güçtür. İşte bu güç, insan fıtratındaki varlık fiillerinin menşeidir. Bundan dolayıdır ki insan, söz konusu duygusunu neye yöneltirse, onun ibadet edip tapındığı varlık odur. Günümüzde din sadece dinî ritüellere indirgendiği ve ibadetlerin ruhu kalplerden çıktığı ve değer yargıları zamanla çok fazla değişkenlik gösterdiğinden en hayatî konularda dahi aranılan toplumsal huzur ve konsensüs tam anlamıyla sağlanamamakta; gerçek anlamda hakikate müşteri ve hakikatten taraf insan ne yazık ki, böyle bir ortamda çok nadir bulunmaktadır.

Bazen cehâlet, bazen ataların dinine bağlılık, bazen de fıtratı bozarak inanma kabiliyetinin köreltilmesi neticesinde insan, korku ve ümitlerinin kaynağı olan yüce kudrete yükselemeyerek, şirk karanlıklarında kalıp, ibadete hiç de layık olmayan varlıklara yönelebilir. Müşriklerin, putperestlerin batıl tanrıları hep söz konusu sebeplerle ortaya çıkmış, korku ve ümitlerin kendilerine çevrildiği mâbudlar konumuna getirilmiştir. “Allah ile birlikte başka bir tanrıya tapıp yalvarma! O’ndan başka tanrı yoktur. O’nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas Sûresi, 28/88.) Bundan dolayıdır ki ruhun gıdasını temin eden ibadeti ve kulluğu sadece ebedî ve ezelî olan Allah’a yöneltmek ve yalnızca o yüce varlığı ibadete layık görmek, insan olmanın da aslî bir gereğidir. Bu yüce kudreti aklıyla ve ruhuyla tasdik eden insan yaptığı her işte insan niyetini gözden geçirmeli ve eylemlerinin Rıza'yı İlahiye'ye muvafık düşüp/düşmediğinin muhasebesini yapmadan gece yastığına başını koymamalıdır...
 
07.05.2020
M.Mücahit DEMİR / Ülkepostası